YENİ sınav sistemiyle ilgili soruların ardı arkası kesilmiyor. Hemen herkes, haklı olarak, olaya bireysel açıdan baktığı için, kendi konumunda ne gibi değişiklikler olacak onu merak ediyor. YÖK'ün olaya yaklaşımı ise daha farklı. Onlar, öğrenci ve velinin aksine kamu yararına ve eğitim - öğretimin temel amaçlarına öncelik veriyorlar.
Yeni sistem, perşembe günü, YÖK Genel Kurulu'ndan sonra Başkan Kemal Gürüz tarafından resmen açıklanacak. Sanıyorum hemen ardından, mahkemeye koşacakların sayısı bir hayli fazla olacak. İlk sırada hukuk ve kamu yönetimi'ni tercih edecek olanlar var. Bu yıla kadar hukuk ve kamu yönetimi Sosyal puanla öğrenci aldığı için bu alanı seçenler, şimdi karşılarına TM puanı çıkınca tam anlamıyla şok oldular. Bu konuda, lisede okuyanlar için önce alan değiştirme serbestisi düşünülmüş ama, işin kapsamına mezunlar da girince içinden çıkılamamış. Sonuç olarak her yeni düzenlemede mağdurlar olacağı gibi bu düzenlemede de mağdurlar olurmuş. Bana pek mantıklı gelmedi. Ama, kamu yararı söz konusu olunca, böyle kararlar alınıyormuş...
Yeni sınav sistemini,
SABANCI'nın dediği gibi üç beş tane modası geçmiş "padişah", Türkiye'nin kaderiyle oynamaya devam ediyor. İşi gücü bırakıp "seçim" diye tutturdular. Sanki olası bir seçimde kendilerinden kurtulacağız!..
Fazilet lideri de dahil, demokrasiyi ağızlarından hiç eksik etmiyorlar. Tayyip bile demokrat oldu. Ama iş demokrasinin kurallarını yerine getirmeye geldi mi, ara ki lider bulasın! Son seçimlerde Yılmaz ve Çiller, güya "Az oy alan çekilsin" kararı almışlardı. Sonuç: Koltuk tatlı olduğu için ikisi de hala yerinde.
Gençler de haklı. Önlerinde Demirel gibi bir örnek varken, koltuğu kim terk eder ki!..
Ama her şeye rağmen TBMM, daha doğrusu liderler, seçim kararı alırken bir de "Oyunu azaltan lider istifa etsin" diye anlaşmaya ek bir madde koysalar, inanın tarihe geçerler.
Seçimin ne zaman olacağı, kimin Başbakanlık koltuğuna oturacağı o kadar önemli değil. Önemli olan iktidara geldiklerinde ne yapacakları. Örneğin; 8 yıl konusunda verilen sözler ne olacak?
ÜNİVERSİTEYE girişteki yeni düzenlemelerle ilgili olarak yoğun tepkiler var. Gazetelere tam sayfa ilanlar veriliyor. Sık sık basın toplantısı ve paneller düzenleniyor. Kapalı kapılar ardındaki kararı erteletmeye yönelik kulis faaliyetlerinin de ardı arkası kesilmiyor.
YÖK'ü ve ÖSYM'yi yaptıkları yanlışlar nedeniyle en fazla eleştirenlerden biri olarak, olup bitenleri anlamakta güçlük çekiyorum.
Eleştirilerin önemli bir bölümü çoğu kez bir incir çekirdeğini bile doldurmuyor. "Öğrenci aleyhine bir terslik varsa, gelin hep birlikte üzerine gidelim" diyoruz, ama ortaya somut ve inandırıcı bir eleştiri çıkmıyor.
Dershaneci, yayıncı ve özel ders veren öğretmenlerin, yani sınav sektöründen 100 trilyonun üzerinde kazanç elde edenlerin, "değirmenin suyunun kesileceği" endişesiyle haykırışlarını anlamak mümkün. Ama sırf eleştirmiş olmak için bu kervana katılanların açıklamalarının ne ifade ettiğini çözmek gerçekten çok zor.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da artı ve eksilere bakarak karar vermek, galiba
Milli Eğitim Bakanı Hikmet Uluğbay, dün düzenlediği basın toplantısıyla aylardır süren sessizliğini bozdu.
Sanki ağzından bal damlıyordu. Öğrencilere, öğretmen adaylarına, velilere, eğitim yatırımcılarına müjde üzerine müjde verdi. Bakanın gazabına uğrayan tek kesim, geçen yıl olduğu gibi yine iki yıllık lise 1'ler oldu.
İsterseniz önce alınan kararlara bir göz atalım:
1. Lisede 2'nin üzerinde not ortalaması tutturdukları halde Edebiyat gibi zorunlu derslerden kalanlara bir sınav hakkı daha verildi.
2. Not ortalaması 2'nin altında kaldığı için sınıfta kalanlar da bir kez daha not yükseltme sınavına girebilecekler.
3. İlköğretim okullarının 6, 7 ve 8'inci sınıflarında, sınıfta kalanlar için sınıf öğretmenler kurulu ikinci kez toplanacak. İkinci kurul "şartsız kurul" olmayacak. Ancak öğretmenlerden, bir üst sınıfta başarı şansı yüksek olan öğrencilere karşı daha tolaranslı olmaları istenecek.
4. 50 bin yeni öğretmen
MİLLİ Eğitim Bakanı Hikmet Uluğbay'ın on binlerce mağdur öğrenciyi dikkate alması için ille de Rahşan Hanım'ın "vah vah yazık oluyor bu çocuklara" demesi mi gerekiyor?
Katili, hırsızı, dolandırıcıyı affetmeye hazırlanan hükümet, ergenlik çağındaki çocuklar sokağa atılırken, sınıfta bırakılırken neden hiç kılını kıpırdatmıyor?
Tembel öğrenciyi savunmanın elbette mantığı yok. Bir yandan daha iyi eğitim özlemi duyacaksınız, öte yandan bir sınav hakkı daha isteyeceksiniz. Bu doğru değil. Başta öğrenci ve veliler olmak üzere kimse de böyle haksız bir arayışın içinde değil.
Bizim karşı çıktığımız, katili, hırsızı, dolandırıcıyı "sistem mağduru" gören zihniyetin, bozuk eğitim düzeninin mağduru öğrencileri hiç dikkate almayışlarıdır.
Dayatmacı eğitim modelleri çok gerilerde kaldı. Öğretmen ve öğretmen kurulları için artık öğrencinin neleri bilmediği değil, neleri bildiği önemli. 2000'li yılların eğitim sloganı: "Her öğrencinin başarılı olabileceği bir alan mutlaka vardır. Öğretmenin ve eğitim
EN gencinden en yaşlısına, en okumuşundan en eğitimsizine, en zengininden en fakirine hangi anne - babaya, "çoçuğunuzun büyüdüğünde ne olmasını isterdiniz?" diye bir soru yöneltilse, alacağınız cevaplar hep abartılıdır.
İlgi, yetenek ve başarılarına göre olabileceklerinden çok, hep gönülden geçenler dile getirilir.
Her ne kadar ilkokula başlayan her 100 öğrenciden ancak 11'i üniversiteyi bitirebilse de, başlangıçta tüm ailelerin dileği, çocuklarının en iyi üniversitelerin en iyi bölümlerinde okumasıdır. Kimi doktor olmasını ister, kimi de mühendis...
Hemen hiç kimse, başlangıçta, çocuğu işçi, memur, berber, oto tamircisi, çiftçi ya da teknisyen olsun istemez. Kendisi okuyamamıştır, ama çocuğu mutlaka okusun ister. "Gerekirse ceketimi satar, çocuğu mutlaka okuturum" sözü Anadolu'da çok yaygındır.
Ama sonuçta kimi okumayı sevmediğinden, kimi de öğrenim olanaklarının kısıtlı olmasından, o başlangıçta hiç adını bile duymak istemediği mesleklerden birine girmek zorunda kalır.
ÖĞRENCİLERİN önemli bir bölümü için yaz tatili çoktan can sıkıcı hale geldi. Çalışan anne - babalar için ise sıkıntıdan da öte sorun olmaya başladı.
Aman nedense 70 yıl öncenin sosyo - ekonomik koşullarında biçimlendirilen eğitim takvimi bir türlü yeniden ele alınmıyor.
Alınmalıdır, çünkü:
* Sadece Türkiye'nin değil tüm dünyanın iklimi değişti. Bu yüzden yaz sıcağında eğitim yapılamıyor görüşü geçerliliğini yitirdi.
* Türkiye bir tarım ülkesi. Yaz aylarında çocuklar, aileleri için çok önemli. Bu yüzden yaz aylarında çocuklar okulda değil, bağda, bahçede, tarlada olmak zorunda görüşü de, teknolojik gelişmelerle önemini kaybetti. Eskiden aylarca süren hasat dönemi, şimdi birkaç güne sığıyor.
* En gelişmiş ülkeler bile çok pahalı olan eğitim yatırımlarını yılın 12 ayı değerlendirirken, bizim gibi kısıtlı olanaklara sahip bir ülkenin yazın 3, 4 ay okulları boş bırakması hiç gerçekci değil.
* İlgi alanlarının yaygınlaşması
DÜNYA nüfusu hızla artıyor. 19. yüzyıla 1 milyarla giren dünya, 2000 yılına 6 milyarla merhaba diyecek.
Cumhuriyet'in onuncu yılını on milyonla kutlayan Türkiye de, 75'inci yılını 65 milyonla kutlamaya hazırlanıyor.
Günde ortalama 225 bin, ayda 6.5 milyon, yılda 80 milyon çocuk dünyaya geliyor.
Türkiye'de ise yılda 1.5 miyon çocuk doğuyor. Tüm gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi on binlercesi, daha bir yaşına gelmeden kötü sağlık koşulları ve yetersiz beslenme yüzünden yaşama veda ediyor...
Dünya nüfusunun üçte biri, Türkiye nüfusunun yarıdan fazlası çocuk ve gençlerden oluşuyor.
Çocuk ve genç, geleceğin simgeleri. Atatürk'ün ulusal bayramlarımızdan birini çocuklara, diğerini de gençlere armağan etmesi boşuna değil.
Ülkelerin zenginlikleri, değişik kıstaslara göre değerlendiriliyor. Bunlardan öne çıkanlardan biri de çocuğa verilen önem. Bebek ölümlerindeki azalmalar, çocukların okul öncesi eğitimden yararlanma