Almanya, ülkeye gelen mültecilere zekâ testi uygulayacakmış!
50 yıl önce bize kapılarını açtıklarında da aynı şeyi yapmışlardı.
Sonra ne mi oldu?
O testlere hiç alışık olmayan çocuklarımız, yıllarca geri zekâlılar okullarına gönderildi.
Hata yaptıklarını anladıklarında ise iş işten çoktan geçmişti.
Bu test dayatmasından vazgeçip önleri açıldığında gördüler ki gurbetçi çocukları da onların çocuklarından hiç de aşağı değildi. En azından zekâ açısından.
Önce geri zekâlılar okullarına, sonra meslek okullarına gitmeye zorlanan birinci ve ikinci kuşak gurbetçiler, sonra akademik liselere gittiğinde, anne babalarına biçilen işçi, çöpçü, tamirci kimliğinden uzaklaşıp, üreten, yöneten, karar veren, onunla da yetinmeyip, yanlarında yüzlerce, binlerce Alman çalıştıran patron konumuna geldiler...
Cumhu- riyetin ilk yıllarında eğitim her şeyden çok daha önemliydi. Milletvekillerine maaş verecek para yokken bile yurtdışına öğrenciler gönderildi.
Yabancı dille eğitim yapan özel okul sayımız yok denecek kadar azdı. Olanlar da yabancı okullardı.
Türk Eğitim Derneği (TED), Atatürk’ün direktifiyle işte böylesi bir ortamda kuruldu.
Ankara ruhuyla, yabancı dille eğitim yapacak ve yabancı okullara alternatif olacaktı.
İlk kolej Ankara’da açıldı ve çok da başarılı oldu...
Uzun yıllar Ankara dışına çıkmadılar ama şu an 35 ilde 38 kolejleri bir de üniversiteleri var...
Mezunları arasında kimler yok ki!
Gençler ve üniver- siteler ülkelerin lokomotifidir.
Gelecek onların gücü oranında şekillenir.
Peki, son kırk yılda bu konuda nereden nereye gelindi?
İşte bir babanın gözyaşları içerisinde yazdığı mektuptan önemli satır başları:
‘Gençler çok donanımsız’
“Üniversiteye girdiğim dönemde 400 bin kişi müracaat etmiş ancak 38 bin kişi kazanmıştı.
Günümüzde ise başvurup da üniversiteye giremeyen yok gibi.
Felsefe, sosyoloji, din ve bilim alanında çok farklı araştırmalara imza atan ve 12 kitap yazan Yıldız Teknik Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Caner Taslaman önceki gece Genç Bakış’ta öğrencilerin sorularını cevaplandırdı.
İşte programdan önemli satır başları:
İslam’ın altın çağı
- Kuran, çok yeni bir medeniyetin olduğu dönemde indirildi. Mekke’de sadece ticaret vardı. Kâbe vardı. Astronomi ve felsefe yoktu. 7. yüzyılda Kuran çorak bir ortamda vahyedildi. 9. yüzyıla gelindiğinde dünyanın en üst medeniyetinin olduğunu tarafsız bilim tarihçileri söylüyor. 14.-16. yüzyılda durgunluk olduğunu, 17. yüzyıldan günümüze de Batı medeniyetinin İslam medeniyetinin önüne geçtiğini görürüz.
- Peygamberimiz ile sıfır noktasından itibaren bir çalışma başladı. Devralınan bir miras yok.
- Biruni bu dönemde çıkıyor. Antropolojik metodu ilk uygulayan kişi. Işığın hızı ne olacak gibi bilim açısından oldukça zor bir konuyu tartışıyor.
- Abbasi halifelerinden Memun’un sevk ettiği ekip hiçbir yerde olmayacak şekilde haritacılıkta ilerliyor.
Hani bazen ne söyler- seniz söyleyin bir türlü anlatamazsınız, işte dershaneler konusu da böyle bir şey.
Cumhur- başkanı Erdoğan, çocuklarımıza yaşattığı eziyet nedeniyle, yıllarca dershanelerin kapanmasını savundu.
Çocuklarımız, okul dışı saatlerini, özgürce yaşasınlar, spor yapsınlar, sanatla ilgilensinler, aileleriyle geçirsinler dedi. Çünkü soran, sorgulayan, ayakları yere basan nesiller yetişsin istiyordu...
Peki, ne oldu? Dershaneler kapandı mı?
Hayır, hayır, hayır...
Bırakın kapanmayı, her köşe başı bir dershane oldu.
Değişen, sadece ismi oldu. Sayıları ise üçe beşe katlandı.
Üniver- siteye giriş marato- nunda en önemli aşama tercihler yani üniversite ve meslek seçimi ama nedense bu konuyu yeterince dikkate almıyoruz.
Oysa üniversite tercihleri hiç kimseye havale edilemeyecek kadar çok önemli bir konu!
Peki, bu durumun ne kadar farkındayız?
MEB’le, YÖK bir yandan isim değiştiren dershaneler, öte yandan ebeveynler, bir başka yandan üniversite adaylarının kafalarını karıştırıp duruyor.
Kimi puana göre, kimi kendi isteklerine göre, kimi de okul ve çakma dershanelerin başarısını yükseltmek için liste üzerine liste hazırlıyor.
Bu doğru mu?
Kesinlikle hayır!..
Yakın tarihimizi o kadar az biliyoruz ki özellikle Osmanlı’nın son dönemlerinde yaşananlardan bihaberiz.
Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında yaşananların ne kadar çarpıtıldığını Çanakkale ve Sarıkamış’ta görmüştük.
Konuya bugün farklı bir pencereden bakıp, Ermeni tehciri sırasında yaşananlar kasıtlı mıydı yoksa o günün koşullarının bir kaçınılmaz bir sonucu muydu onu anlamaya çalışacağız...
Prof. Dr. Halil Değertekin, her ne kadar tıp kökenli olsa da, tıpkı Bingür Sönmez Hoca gibi tarihe müthiş meraklı.
1. Dünya Savaşı/Doğu Cephesinde MUHACİRLER kitabında, her ne kadar, birinci ağızdan, ailesinin çektiği sıkıntıları tarihi belgesel roman tadında anlatsa da yakın tarihimize inanılmaz derecede ışık tutuyor.
Ermeni tehcirinin hemen ardından, Osmanlı/Rus Savaşı sırasında işgale uğrayan Doğu Anadolu kentlerinden orta ve güney illerimize göç eden muhacirlerin yaşamını anlatıyor.
Sayıları bir milyonu aşan bu muhacirlerin üçte biri yollarda, bir o kadarı da sonrasında, açlık, yokluk ve hastalıklar yüzünden yaşama veda ediyor.
Devlet olmanın en temel koşullarından biri de hukuk sisteminin evrensel değerlere sahip olmasıdır.
Yani hukuk fakültesini bitirmekle iyi bir hâkim, savcı ya da avukat olunmadığı gibi Anayasa’ya hukuk devletiyiz yazmakla da hukuk devleti olunmuyor!
Hukuk fakültelerimizin sayısı hızla artıyor.
Gazeteciliğe başladığımda hepsi hepsi 8-10 tane hukuk fakültesi vardı.
Ondan önce de sadece İstanbul ve Ankara hukuk bulunuyordu!
Peki ya şimdi?
Yasası çıkıp da henüz öğretime başlamayanlarla birlikte 90’a yaklaştı.