27.12.2021 - 13:12 | Son Güncellenme:
Suha Özkan Hon. F AIA
Tarihe mal olmak için iyi bir yapıt vermeye vakti olmadığı gerekçesi ile, M.Ö. 356 yılında, hayran olduğu Efes’teki “Eski Dünya’nın 7 Harikası”ndan Artemis Tapınağı’nı, şöhret uğruna (!) yakarak yıkan Herostratus, sonraları Mostar kenti ve köprüsü yıkımları ile “urbicide” (yapı cinayeti) tartışmalarında da anıldı. Uygarlık tarihinde kimi kez değerini bilmeden, kimi kez de sapkınlık diyeceğimiz umursamazlıkla yıkılan değerler saymakla bitmez. Hele son on yıldır Türkiye’nin kendi çağdaş mimarlık tarihine karşı yapılan yıkım, nesiller boyu acıyla anılacaktır. Mimarlık mesleğinin yetkin meslek kuruluşu Serbest Mimarlar Derneği’nin yayın organı, Serbest Mimar dergisi, son sayısında ciddi bir belgeleme ile yapı kültürü tarihimizdeki bu trajik kadirbilmezliği belgeledi. Bir de, yaratıcılığı çağının ötesinde olduğu için değeri bilinmeyen yapıtlar var. Elbette en çok iz bırakan 1929 yılında Barselona Uluslararası Fuarı için ünlü minimalist-modenist mimar Ludvig Mies van der Rohe (MvdR) tarafından tasarlanıp, inşa edilen ve fuar bitiminde yıkılan Almanya Pavyonu’dur. Mimarlık tarihinde Modernizm’in en sürükleyici ve öncül baş yapıtları arasında yer alan bu yapı, kendini yarım yüzyıl unutturmadı. Yeniden inşası, bir tarihsel sorumluluk beklentisi olarak süregeldi. Pavyonu yeniden yaşatmak amacı ile kurulan bir vakıf tarafından, özgün mimarına da danışarak 1983-1986 yılları arasında bitirildi. Halen Avrupa Birliği’nin saygın mimarlık kuruluşu: MvdR Vakfı tarafından yönetiliyor. Vakfın verdiği Avrupa Birliği Ödülleri, MvdR’nin mimarlık idealleri doğrultusunda çalışmalarını sürdürmektedir. Burada değinmekte yarar var: Türkiye 2020 yılında benim de jürisinde yer aldığım MvdR Ödülleri kapsamından çıkarıldı. Friedrich Nietzsche, “Kendi alevinizle yanmaya hazır olmalısınız. Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenileyebilirsiniz?” demişti. Yeniden doğuş birçok kültürün söylencesi olarak çağlar boyu insanlığın gerçekliğine inanmasa bile sevimli ve umutlu gelen bir söylem olarak varolagelmiştir. Batı kültürlerinde Phoenix, bizde Zümrüdüanka, Güney Asya’da Garuda hep yeniden doğarak varolan bir efsane olarak süregelirken bir tür ölümsüzlüğün de simgesi olmuştur. Bir de Simurg söylencesi var ki Pers, Mısır ve Türk mitolojisinde Hüma ve Tuğrul kuşları gibi iyicildir. Bu mitolojinin en önemli öğretisi ise yeniden var olmak, ölümsüzlüktür. Tıpkı önce küllerinden, sonra molozlarından doğan AKM gibi… Bu ayki Yapı Dergisi’nde mesleğimizin yetkin katkıcısı Doğan Hasol AKM’nin yapım tarihini çok özlü ama derin bir biçimde paylaştı. Aynı sayıda Şengül Öymen Gür, AKM’nin neslimize dokunan varlığını duygu dolu bir biçimde dillendirdi. Sağolsunlar. Türkiye’nin Arsenale’deki, kendi pavyonu ile katıldığı 2014 Venedik Bienali’nin Küratörü olan Murat Tabanlıoğlu kendisini etkileyen anıtsal kent mekanları arasında, AKM şantiyesinde geçen çocukluk ve sonraki yıllardaki gençlik ve mimarlık anılarını paylaşmıştı. Birçok belirsiz ve yer yer insafsız söylentilerle, uzun yıllar sahipsiz kalan AKM’nin geleceği hepimizin kaygı duyduğu bir sorun ve dert olarak gündemimize var oldu. İstanbul’un sanat ve kültür odağı olan AKM’nin önündeki mini meydan, gururla tüm randevularımızı verdiğimiz “gişelerin önü” idi. Uluslararası konumu ve yetenek birikimi tartışılmayacak Tabanlıoğlu, yıllardır yenilenmesi gündemde olan AKM üzerinde çalışmaktaydı. AKM’nin yıkılması gündeme girince birçok yabancı “uyanık” mimarlık firmasının yönetimi etkileyip işi almak için “bila bedel” teklif projeler ürettiklerini biliyoruz. Kültür Bakanlığı’nın neden yıkılması gerektiği pek iyi anlaşılmasa bile yeni yapıyı yepyeni bir programla Tabanlıoğlu’na vermesi çok isabetli ve saygın bir karar oldu. Tabanlıoğlu sayesinde İstanbul yalnız nitelikli bir kültür yapısı değil, aynı zamanda yepyeni ve taptaze bir kentsel ortam kazandı. Mete Caddesi’ne ve Boğaz’a koşut sokak üzerinde yer alan tiyatro, galeri, lokanta yapıları ile oluşan ortam yaşandıkça anılarda yer edecek konser, bale, opera anıları ötesinde sanat, kültür, sosyal etkileşim ve kentsel hizmet alanı olarak nesilleri ağırlayacak. Tabanlıoğlu’nun uygulamasında, hem İstanbul’un hem de nesillerin anılarında yer etmiş Hayati Tabanlıoğlu eserini yeniden yaşatma çabası var. Bu çok saygıdeğer bir tutum. Uluslararası teknoloji ve uzmanlık hizmetlerini rahatlıkla kullanan öncül mimarlık firması olan Tabanlıoğlu’nun gerçekleştirdiği AKM’nin çağımızı yansıtması açısından da önemi büyük. Murat Tabanlıoğlu, Bodrum Mimarlık Kitaplığı’nın 2017’den bu yana düzenlediği söyleşilerin 60. konuşmacısı olarak AKM’yi sundu. Dileyenler Youtube’dan izleyebilirler. Tartışma mimarlık mesleğinin olgun ortamında sürecek. Bitirirken iki konuya “keşke olmasaydı” diyerek değinmekte yarar var: Yapının yarısı yer katında yer alan küresel varoluşunu gizli bir İslam değinmesi yani “kubbe” olarak görmek ve bundan kaynaklanan politik bir eleştiri yaratmak tuhaf. İlk görkemli kubbe M.S. 118- 128’de Roma’da inşa edilen Pantheon’da, yani İslam’dan altı yüzyıl önce var. Üstelik semavi olsun olmasın hemen hemen bütün dinsel yapılarda benimsenmiş bir biçim. Geniş bir alanı kapatmak ötesinde simgesel olarak birleştirici, bütünleştirici gücü de apaçık. Keşke eleştirenler Etienne Louis Boullée‘nin 1784’teki ütopik tasarımı olan küresel Isaac Newton anıtsal yapısına değinselerdi. Belki farklı bir söylem olur, mimarlık tartışma ortamı derinlik kazanırdı. İkinci “keşke olmasaydı” diyeceğimiz, 60+ yıldır sevgi ve takdirle okuduğumuz Cumhuriyet gazetemizin, yanlış bilgilendirme ile birinci sayfadan, iri başlıklarla “orkestra çukuru” eleştirisini yapmasıydı. Her mesleğin olduğu gibi mimarlık tasarımının da standartları belirleyen kaynakları var. Senfonik bir orkestranın tüm çalgıları için gereksindiği alan 107 metrekare. Keşke bir telefon açıp “AKM’de varolan 128 metrekare orkestra alanı yeterli mi?” diye Tabanlıoğlu’na ya da herhangi bir mimara sorsalardı. Uzak değil, Cumhuriyet’in kadrolu mimar - karikatüristi bile var.