Türban, Türkiye'nin 200 yıldır iniş ve çıkışlarla sürdürdüğü çağdaşlaşma hareketine karşı islamcı çevrelerden gelen direncin adı oldu. 70'li yıllarla birlikte kamu hayatını zorlayan islamcı akımlar ile laik Cumhuriyet arasındaki mücadelenin düğümlendiği "türban"ın öyküsü...
Ercüment İşleyen
1968'in bahar ayları dünya gençliğinin "gerçekçi ol imkansızı iste" sloganıyla ayaklanışına sahne oluyordu. Paris'te üniversitelilerin kaldırımlardan söküp polise attıkları ilk taşı Avrupa'nın değişik başkentlerinde diğerleri izledi. 68 heyecanı ses hızıyla yayılıyordu.
Türkiye'de de başta İstanbul Üniversitesi merkez binası olmak üzere gençlik yeni bir dünya özlemiyle eylemlere başlamıştı. İşte o günlerde Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan bir ilke imza attı. Başını örtüp derslere girmeye başlayan Babacan başlangıçta pek fark edilmedi. Kısa bir süre sonra
okul yönetimi, Babacan'ın başını örtüp derslere girmesine izin verilmeyeceğini açıkladı.
Babacan direndi, erkek öğrencilerle boykota başladı. Türkiye, 2000'li yıllara girerken gündeminde baş sıraya oturacak türban sorunuyla tanışıyordu.
Dekanlık, 11 Nisan 1968'de Babacan'ın okulla ilişkisini kesti. Kararın gerekçesinde "öğretmenlere hakaret" deniliyordu. Babacan, bu olaydan sonra bir daha kendine gelemedi. Psikolojik bunalıma girdi. Yıllar sonra kendisini ziyaret etmek isteyen türbanlı kız öğrencileri bile kabul etmeyip kabuğunda yaşamayı tercih etti.
İlk türban eylemcisi
Türkiye'nin ilk türban eylemcisi ise Şule Yüksel Şenler oldu. Türban savunucusu Şenler, İstanbul'da başlattığı eylemini Anadolu'ya da taşıdı. Mehmet Şevket Eygi ile il il dolaşıp kadınlara tesettüre bürünmeleri çağrısını iletti, türban propagandası yaptı.
"Başörtüsü saçı ve gerdanı gizlemeli, vücut hatlarını belli etmeyen manto veya pardösü giyilmeli" diyerek tesettürün ana hatlarını çizdi. O günlerde türbanın adı "Şule Baş" oldu.
Şenler, türban ve pardösüyle yetinmedi. Cumhurbaşkanı'na hakaretten cezaevine girip çıktı, 1980'lerde kara çarşafa büründü. Zaman içinde çarşafını da büzgüsü nedeniyle tadilattan geçirdi. Uzunca bir süredir fotoğraf çektirmek istemeyen Şenler, türban giydiği ilk günlerde toplumun kendisine dönük tepkilerini şöyle özetlemişti:
"Eskiden sadece erkekler bakardı. Bakışları bende her yerimi arılar sokuyor etkisi yapardı. Şimdi hem kadınlar hem erkekler bakıyor."
Şenler, bir röportajda, türbandan kara çarşafa geçiş öyküsünü de şöyle anlatmıştı:
"1980'de çarşafa girdiğimde gördüğüm, cemaatteki çarşafın belden büzgüsü vardı. Baktım beldeki lastiğin üzerine gelen kısım kısa. Böyle olunca dolgun hanımların basenleri büzgülü bir etek giymiş gibi belli oluyor. Hatta biraz hareketleri de. Örtü bazı güzellikleri ve nefsi uyandıran şeyleri örtmek içindir.
Bunları görünce o lastiği basenin altına çekip baseni de örtmesini sağladım. Bir de kollar. Kolunuzu yukarı kaldırdığınızda açılıyor, her yeriniz görünüyor. Kolağzına da daraltmak için dikiş attırdım. Hatta kol ağzını parmaklara kadar uzattım. Böylece çarşaf daha kullanışlı ve tesettüre uygun hale geldi."
Türban duruşma salonunda
Türban tartışmasını tırmandıran önemli isimlerden biri de Avukat Emine Aykenar oldu. 1970'lerde duruşmalara türbanıyla girmek isteyen Aykenar meslekdaşları tarafından protesto edildi. Baro, 29 Nisan 1973'te aldığı şu kararla Aykenar'ı ihraç etti:
"Dinsel örtüyü, uygar giysi ve mesleki kılıkla bağdaştırmak olanaksızdır. Mahalli bir örtü olsa bile resmi görev anlayışıyla bağdaşmaz."
Aykenar, kararı Danıştay'a götürerek tartışmayı hukuki olarak genişletti. Avukatlığını ise Milli Selamet Partisi'nin önde gelen isimlerinden Şener Battal yapıyordu. Danıştay da haksız bulunca Aykenar bir daha avukatlığa dönemedi ve Milli Gazete'de yazı yazmaya başladı.
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencisi Nesrin Konukçu, derslere türbanıyla girmek istediğini söyleyerek dava açtı. Konukçu davayı kaybedince bu kez Danıştay'a gitti. Danıştay'ın verdiği şu karar, 1989'da Anayasa Mahkemesi'nin üniversitelerde başörtüsüne izin veren yasanın iptali gerekçesinde de yer aldı:
"Yeterli eğitim ve öğretim görmemiş kızlarımız, hiçbir özel düşünceleri olmaksızın, içinde yaşadıkları toplumsal çevrenin, gelenek ve göreneklerin etkisi altında başlarını örtmektedirler. Bu konuda kendi toplumsal çevrelerinin baskısına veya gelenek göreneklerine boyun eğmeyecek denli eğitim gören bazı kızlarımız ve kadınlarımızın sırf laik cumhuriyet ilkelerine karşı çıkarak, dine dayalı
devlet düzeni benimsediklerini belirtmek amacıyla başlarını örttükleri bilinmektedir. Bu kişiler için başörtüsü masum bir alışkanlık olmaktan çıkarak, kadın özgürlüğüne ve cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşı bir dünya görüşünün simgesi haline gelmektedir."
Türban sorununun tırmanışa geçip Türkiye'nin gündeminde ön sıralara doğru yol alması 1982'de YÖK'ün aldığı bir kararla oldu. YÖK tarafından 20 Aralık 1982'de yayınlanan gelengeyle kız öğrencilerin başörtüsüyle okula gelmeleri yasaklandı. Uygulamanın başladığı 10 Ocak 1983'ten itibaren üniversitelerde türban tartışması bitmek bilmedi.
ANAP hükümeti döneminde 1984'te uygulamanın yumuşatılmasına dönük girişimlere paralel olarak YÖK başörtüsü sözcüğü yerine "türban"ı koydu. Kargaşa 27 Aralık 1988'de ANAP'lıların oylarıyla devreye giren 3511 sayılı yasayla arttı. Yasa değişikliği şu hükmü içeriyordu:
"Yükseköğretim kurumlarında dershane, laboratuvar, poliklinik, klinik ve koridorlarda çağdaş kıyafet ve görünümde bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla kapatılması serbesttir."
Anayasa Mahkemesi 8 Mart 1989'da yasayı bire karşı 10 oyla iptal ettiğini açıkladı.
İstanbul Üniversitesi'nde 1997 - 1998 öğrenim yılında kayıt yaptırmak için başvuran bazı kız öğrenciler kimliklerine yapıştırılmak üzere türbanlı fotoğraflarını verince sorun bir kez daha alevlendi. Üniversite Rektörlüğü, Milli Eğitim Bakanlığı'nın 15 Eylül 1997 tarihli genelgesine dayanarak bu öğrencilere kimlik vermedi. Beyazıt meydanında başlatılan oturma eylemi aylarca sürdü.
Türban sorununu TBMM'ye taşıyıp Türkiye'nin acil sorunlarının önüne geçmeyi başaran ise FP İstanbul milletvekili Merve Kavakçı oldu. Böylece, Hatice Babacan olayından beri türban sorunu yaşayan Türkiye, Merve Kavakçı ile TBMM'yi de tartışmanın odağına taşıdı.
Çarşafa ilk yasak
Tesettüre para cezasıKadınların İslama uygun tesettüre bürünmesine dönük ilk yasak Cumhuriyet'in ilk yıllarına rastlıyor. 73 yıl önce, 1926 Nisan'ında Bartın Belediyesi, kadınların peştamal, destemal (çiçekli büyük başörtüsü) ve ağbaniyle sokağa çıkmasını yasakladı. Bartın Belediyesi, 10 yıl sonra aldığı yeni bir kararla bu kez peçe ve çarşafı yasaklayarak kadınların yüzlerini örtemeyeceğini ve medeni kılıkla gezmelerini duyurdu.
Bartın Gazetesi'nin 7 Ağustos 1935 tarihli sayısında "Peçe ve çarşaf yasak" başlığıyla yayınlanan
haber şöyleydi:
"Encümen, kadınlarımızın kılıkları hakkında önemli bir karar vermiş ve bu karar belediye tembihnamesi olarak ilan edilmiştir. Bu karara göre, kadınlarımızın çarşaf, peştemal gibi gayrimedeni kılıklarla sokağa çıkmaları ve gerek peçe, gerekse yazma gibi şeylerlerle yüzlerini kapamaları yasaktır. Bu kararın tatbiki için 14 Ağustos 1935 akşamına kadar mühlet verilmiştir. Yasak kılığı taşıdığı ve yüzünü örttüğü görülen kadınlar hakkında tatbikat yapılarak para cezası alınacaktır."
Tartışmanın kökeni
Meşrutiyetle atılan peçeÇarşaf - örtünme tartışmasının kökleri Osmanlı İmparatorluğu'na, 19. yüzyıla dek uzanıyor. Jön Türkler, zorlu bir mücadele sonrasında meşrutiyetin ilanını coşkuyla karşıladı. İşte o günlerde özellikle İstanbul'da bazı kadınlar peçesiz dolaşmaya başladı. 31 Mart ayaklanmasının nedenleri arasında örtünme sorunu da yer alıyordu.
Türk kadınının peçe ve çarşafı bir kenara bırakmasında kırılma noktası Kurtuluş Savaşı oldu. Türk ulusunun kurtuluş mücadelesinde aktif rol oynayan kadınlar, cumhuriyetin ilanından sonra çeşitli derneklerde örgütlenmeye başladı. Artık büyük kentlerde Türk kadınları Batılı hemcinsleri gibi giyiniyor, modayı yakından izliyordu.
CHP ve Demokrat Partili yıllarda da Türkiye türban ya da örtünme sorunu yaşamadı. 1968'de başlayan ilk eylemlere 1960 ihtilali sonrasında cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan Cemal Gürsel şöyle yanıt veriyordu: "Çarşaf yüz karasıdır. Çarşafla namusun alakası yoktur."