27.04.2025 - 07:01 | Son Güncellenme:
Efnan Atmaca - Güney Sudanlı Issa, Afgan Muhammed ve Suriyeli Ferid... Onlar, daha nice yaşıtları gibi ülkelerindeki savaştan kaçıp kendilerine bir hayat kurma hayaliyle yolu mülteci kampına düşmüş, ailelerini kaybetmiş, tek başına mücadele veren çocuklar. Bu mücadeleye adil şartlarda başlamıyorlar. Her şeyden önce çocuklar ve yalnızlar. Kendisi de mülteci kamplarında çocuk koruma ekiplerinde çalışan ve hâlen Midilli’de yaşayan Metin Yaban, Midilli’deki Moria göçmen kampında geçen “Tanrı’nın Yalnız Çocukları” adlı kitabında okuru onlar hakkında bildiğimiz klişe hikâyelerinin ötesine götürüyor. Söz Yaban’da...
■“Tanrı’nın Yalnız Çocukları” içeriden, samimi, dürüst bir bakış açısına sahip. Sizin bu kitaba başlayış motivasyonunuz neydi?
Esas başlama sebebim derin adaletsizliğe şahit olmam diyebilirim. Sığınmacı botlarının varışını televizyon, internetten takip etmekle birebir yerinde yaşamak arasında uçurum var. Bu yaşananlar küçük sayılabilecek bir yer için çok büyük bir olaydı. Buna karşı tepkisiz kalabilmenin imkânı yoktu. Gönüllü olarak yardımla başladım, daha sonra Midilli’deki mülteci kamplarında çocuk koruma ekiplerinde çalıştım. İşim ve ilgim gereği mülteci konusu üzerine yazılan haberleri, röportajları, raporları takip ediyordum. Moria da Yunan adalarındaki en kalabalık ve şartları en zor kamp olduğundan günübirlik ya da kısa süreli gelip haber yapan gazeteciler, belgeselciler eksik olmazdı. Her ne kadar haber ajanslarının isimleri büyük olsa da yazıların içerikleri benzer ve bence kimseye bir faydası olmayan zavallı mülteciler bakış açısına sahipti. Olanı değil de hayalinde olmasını istediğini görüyor ve o şekilde anlatıyorlardı. Haftanın en az beş günü kampta olduğumdan ve Türkçe sayesinde kampta yaşayanların büyük çoğunluğuyla doğrudan iletişim kurma şansına sahip olduğumdan bu yazılanların gerçeği çok da yansıtmadığının farkındaydım. Bu yüzden iş başa düştü diyerek orada yaşananları içeriden bir bakış açısıyla anlatmak istedim. Mülteciler şöyledir, böyledir demesi kolay ama acaba bu insanlar neler çekmiş, hangi şartlarda yaşıyor, ne kadar fikrimiz var. O sebeple mülteci kampında yaşamanın nasıl bir şey olduğunu, ilk anda herkesin aklına gelebilecek şeylerin dışında farklı detayları ya da genel kabul gören hâllerle tezat durumları ve aslında kendi çelişkilerimi göstermek istedim.
■Kamptaki çocuklar savaştan, açlıktan, sefaletten kaçıp daha iyi bir hayat için mücadele ederken destek değil köstek olunduğunu gösteriyorsunuz. İyileşmek için mücadele eden çocukların ölümünü isteyen bakış nasıl değişir?
Çocukların dahi ölümünü isteyen yahut kabul edebilen bakış açısını değiştirmek değil, yerin en dibine sokmak gerekir. Mültecilere bakış açısının ise genel olarak, kasti ya da değil, sakat olduğunu düşünüyorum. Kasten olmaması kabahati örtmeye yetmiyor. Örneğin ‘Onlar da bizim gibi insan’ diyerek mülteci savunmak bana aşağılayıcı geliyor. Sanki insan olmadıklarına dair bir şüphemiz varmış gibi. Bana göre asıl mesele gelen insanların dili, dini, kültürü ve alışkanlıklarının farklı olması dahi değil. Bu saydıklarımla aynı değerlere sahip olsalar bile bir yerde, bir anda çok insanın ortaya çıkması rahatsızlık yaratıyor. Buna ister kendi alanını muhafaza etmek deyin ister insanın bencilliği deyin. Karşındakini anlayabilmenin yolu insanın kendisini en özel, en nadide varlık olarak görmesini bırakmaktan geçiyor. Bir başkası de en az benim kadar, hatta belki benden daha özeldir, saygıyı hak ediyordur diyemeyen kişinin iletişimi de davranışı da ve nihayet hayatı da yavan ve anlamsız kalıyor. Ondan sonra insanlar varoluşsal sorunlarla boğuşup parası yettiğince türlü türlü yollara başvuruyor. Sorunuza dönecek olursak mesele bakış açısıysa, narsisizm saplantısından kurtulup yönümüzü diğerine çevirmek gerekir diye düşünüyorum.
■Kitapta mülteci kamplarındaki sorunları anlatıyorsunuz. Asıl sorun maddi yetersizlik mi yoksa tavır mı?
Bence her ikisi de. Ne kadar olumlu bir tavrınız olsa da imkân olmadıktan sonra eliniz kolunuz bağlı kalabiliyor. Ancak maddi yetersizliklerin bir sebebi de tavır. Avrupa Birliği’nin mülteci meselesine çözüm olarak sunduğu şeyin adı caydırma. Yani başkası için şartları ne kadar zorlaştırırsak bizim için o kadar iyi tavrını kastediyorum. İnsanlık tarihi baskının istenilen sonucu verdiğini gösteren örneklerle dolu olsa da, şartlar ne kadar zorlaşırsa insanın üstesinden gelme azminin artması da engellenemeyen bir gerçek. Bir şeyin Avrupalı akıl mantık hesabına uymaması onun yapılmayacağı anlamına gelmiyor. Belki de doğru olan o mantığın tam tersidir.
İnsanlar maalesef kendilerine uymayacak şartları sığınmacılar için uygun bulabiliyor. Sanki ülkesini terk ettiği için en kötü koşullarda yaşamak ya da o yolda hayatını kaybetmek normal kabul edilebilecek bir şeymiş gibi. Mülteci durumuna düşmek herkese çok uzak bir şeymiş gibi geliyor olabilir. O yüzden insan karşısındakiyle empati kurma ihtiyacı hissetmiyor. Ancak sadece politik durumlar ya da savaş sebebiyle değil, doğal felaketlerle de insanlar yaşadıkları yeri terk etmek zorunda kalabiliyor. Başkasının sorunu gün gelir kendi sorunumuz da olabilir.
‘Bu çocuklara buradan sonra ne olacak?’
■Mülteci kamplarındaki çocuklarla iletişim kurduğunuzda sizi en çok hangi istekleri ve ihtiyaçları etkiledi?
Yaptığım işin büyük çoğunluğunu refakâtsiz, yani yanında aile üyeleri olmadan tek başına adaya varmış çocuklar ya da yetişkin olarak kaydedilmiş çocukların sorunları oluştu-ruyordu. Bunlar erken çocukluk dönemini geçmiş ancak henüz yetişkin de olamamış yaş grubundan çocuklardı. Zorluklarla ne bir küçük çocuk kadar umursamazca ne de bir yetişkin gibi olgunlukla baş edebiliyorlardı. Beni en derinden etkileyen ise bu çocukların ya ailesini kaybetmiş ya da onlardan uzakta sabah akşam yalnız olması, yarın ve bundan sonra da bu durumun değişmeyeceği gerçeğini bilmeleri oldu.
Bu çocuklara buradan sonra ne olacak diye düşünürdüm. Yani ailesinin yanında olmak yerine onların kaybını yaşamış, şiddet görmüş, tanıklık etmiş; sağlık, barınma, eğitim gibi en temel ihtiyaçlardan mahrum olan ve hep hor görülen bu çocuklar nasıl bir hayat kurabilecek. Sanırım insanın çocuğa karşı dahi acımasızlığını görmek ve bunun sıradan kabul edilmesi beni en çok sarsan şeylerden biri oldu.
‘Kimsenin haberi olmadan hayat böylece akıp gidiyor’
■Onların hangi mesajını herkes duysun, onların hangi özelliklerini herkes bilsin istersiniz?
İnsan gerçekten mecbur kalınca mücadele azmi ve adaptasyon yeteneği artıyor. O çocuklara baktıkça insanın aslında ne kadar güçlü olabileceğini fark ettim. Her zorluk yeni bir mücadele yöntemini mecbur kılıyor. Fakat herkes bir değil. Kimisi mücadele yöntemi ya da imkânı bulamayabiliyor, arada kaybolup gidiyor. Kimsenin haberi olmadan hayat böylece akıp gidiyor.