Anneler babalar günü geçti mi yahu, içimden bu sıralar anneme babama sarılasım, onları haddim olmasa da bir kutlayasım geliyor.
Aile danışmanı, ilişki danışmanı falan hiç değilim ama ailemle, annemin babamın bizi yetiştirmesiyle, günün sonunda ortaya çıkardıkları ürünlerle ki bu ben ve canım kardeşim oluyoruz, çok gurur duyarım.
Yazman gereken yüzlerce yazı varken kel alakasıyla sonuçlanmalı bir gün daha bugün, yogayla, gezi notlarıyla, yeni birsehirbiryoga projesiyle ilgili bir ses bir soluk bekleyenlerin müsadesiyle bir aile konusuna değinmek zorundayım bu günlerde.
Benim aile hikayelerimden biri bu, yolculukta en çok düşünüp, ona buna en çok konuştuklarımdan biri sanırım. Konu benim ailem olunca, onlar pek özel konularıma girmemi sevmiyorlar ama sağ olsunlar bir şey de demiyorlar.
Hayatımda ilk defa Kolombiya’nın Bogota şehrinde Vipassana, yani 10 gün sessizlik meditasyonuna katıldım. Bunun ne olduğuyla ilgili eski yazılara geçmiş yazılardan, şuradan ulaşabilirsiniz. (…..)
İlk gün doldurulan bir form var burada da. Klasik kişisel bilgileriniz, sağlık notlarınız, özel durumlarınızın olup olmadığı, organizasyonu nereden duyduğunuz gibi sorular soruluyor. Arada şöyle bir soru varmıştı
Son bir yılda; 33 şehir, 6 ülke, 3kıta gezdim, 3 adam sevdim, sayısız arkadaş, sayısız ev, tonlarca anı edindim. Kendimi yeniden tanıdım, buldum, kaybettim, tekrar buldum.
Favori hiçbirşeyim olmadığını gördüm (ki bu başka bir yazının daha konusu olsun). Nereye gitsem onlar gibi beslenip, giyinip, oldukça mutlu yaşamaya devam ettim. Yine bir kez daha hiçbirşeyi özlemedim! Türkiye’ye dönmeyi hiç düşünmedim. Ama aksine, bu yolculuklar keşke daha önce olsaymış diye çok dedim.
Peynirsiz, kahvaltısız, rakı sofrasız, ailesiz, muhabbetsiz, dergah ziyaretsiz, türk kahvesiz, bunsuz onsuz şunsuz yapamam cümlelerinin, benim için hiç geçerli olmadığını bir kez daha tecrübe ettim, Hindistan’da öğrendiğimi doğruladım. Her gittiğim yerde en sevdiğim kahvaltım, en sevdiğim meyvem, en sevdiğim müzik, herşey yeni baştan yaratıldı, ben gibi! Hepsi değişti. Ama gezginliğin en çok insan yapma, dost kazanma yanını sevdim.
Kervan yolda düzülürmüş, benimki de o hesap, gezdikçe öğrendim, gezmeyi, gezerek yaşamayı içindeyken öğrendim. Her meslekte olduğu gibi bu işin inceliklerini, bavul hazırlamayı, sırtımda evimle yaşamayı, sevip sevip ayrılmayı, evim hissettiğim yerlerden kopmayı, ucuz bilet
Öncelikle iş aradığınızı ona buna söylemeniz lazım. Öyle gezginlerle tanışıyorum ki, inanamıyorum, iş arıyorlar ama kimse bilmiyor, şaka gibi. Şuna söyledin mi yok, buna da deseydin, yok. Öncelikle herkese ama herkese iş aradığınızı söyleyerek başlayın bence iş aramaya. Yoga dersleri vermeye yeni başlayacaktım ki uzun süredir gittiğim epilasyoncum şöyle dedi; “İnsanların öyle kontakları olabiliyor ki şaşarsın, herkese aynı önemi ver, herkese aynı şekilde yaklaş, memnun kalırsa yine yeniden gelirler, büyürsün. Yanlış anlama, bazı müşterilerim vardı, pek durumları yoktu, evlere temizliğe gidiyorlardı, ama memnun kalınca duyuluyor, evlerin sahipleri, onların varlıklı arkadaşları da bana gelmeye başladılar.” Her duyduğumuzu bire bir aynı örnekle tecrübe etmemize gerek yok. Benim nedense çok kulağıma küpe olmuş bir cümledir, çünkü inandım, çünkü hayatımızdan biliyorum, hatta sizler de biliyorsunuz ki hayatımızdaki çoğu şeyi ilişkilerimizle, sahip olduğumuz kontaklarla yürütüyoruz, çözüyoruz artık.
Gezerken de farklı değil, hele iş ararken. Bu hostelde kalırken, e bunlara demedim çünkü aramıyorlar ki demek bizi pek sonuca götürecek bir yaklaşım değil. Belki yandaki restorana sahip
Geçenlerde, akşam 8:00 sıraları sizin oralarda. Karşımda annemle babam, ev haliler işte bildiğiniz normal Türk ailesi, dizilerdeki gibi değil yani, yalı konak hizmetliler de yok, kavga gürültü saçma sapan bir aile ilişkisi de yok. Burada, Kolombiya’da ise saat öğlen bir, dersten çıkıp yemeğimi yemiştim hızlıca. Dedim “internetim çok iyi haydi skype yapalım, siz uyumadan (İstanbul, adamı 60 yaşına geldiğinde daha da çok yoruyor çünkü, erken uyuyor bizim ev halkı)” Yemek yenmiş çoktan çay faslına geçilmiş, özlenilen Türk çayı sesi. Kıştan sebep, hırkalar falan sarınıp oturmuşlar.
Ankaralıyız biz, annem tarafından daha çok. Benim bütün çocukluğum, üniversite yıllarım orada geçti, tam göbeğinde hem de; Bakanlıklar, Kızılay’da. ‘Patlama olmuş yine’ dedim, bu sefer kara kuvvetleri tarafında değil hani şu dükkanın orası var ya orada, diye başladılar anlatmaya. Film mi bu saniyeler dedim kendi kendime, bir savaş filminin içinde miyiz, dönem belgeselinden bir sahne miyiz; olabilir mi böyle bir şey. Bir tarafta olayın içindekiler bense dışındaki, kendini kurtaran kaçan ne derseniz, skype’ın diğer yanı yaşayanlar.
İnsanlar türlü sebeplerden sevdiklerinden, kendisini bu hayata
"Expectations lead to sorrow!"
Böyle yazardı benim gittiğim yoga okulunun duvarında. Türkçesi beklentiler üzer, acı verir. Sadece bizim okulda ya da yogada öğretilen bir felsefe değildir bu aslında, teslimiyet içeren bütün öğretilerde, dinlerde, inanışlarda, kültürlerde, yaşam şekillerinde aynıdır.
Bazen unutuyorum, hayattan ya da insanlardan bir şeyler bekliyorum, aklımda gönlümde yersiz ihtiyaçlar ve hayaller yaratıyorum, olmayınca da üzülüyorum diye yazayım da gözümün önünde dursun dedim. Hem de sizinle de paylaşmış olurum.
Okuduğum hangi kitapta vardı hatırlayamıyorum ama şöyle diyordu: “Çiçekleri mesela olduğu gibi kabul edersiniz, fazlasını beklemezsiniz onlardan. Kasımpatıdan Nisan’da açmasını beklemezsiniz. Adı üstündedir; kasımda patlar. Neden daha önce ya da geç değil diye kendinizi strese sokmazsınız. Onlara karşı anlayışlı ve hoş görülüsünüzdür…” Doğasının gerekliliklerine saygı duyarsınız. Orkideyse ve direkt güneş sevmiyorsa ona uygun bir yere yerleştirirsiniz, sardunyanın suyu daha çok sevdiğini bilirsiniz, menekşeyi suya boğmazsınız. Bunu suluyorum illa sana da su vereyim demezsiniz, onu boğmazsınız ama ötekini de susuz bırakmazsınız. Hepsine gerektiği
Çok sevdiğim ve beğendiğim bir kadının dediği gibi; “Gelinlik giyeceğiz diye çektiğimiz çilelere bak!” :)
Evlenmesi çok güzel, hiç lafım yok. Gel gelelim, aylarca, her gece birlikte ağlayarak, çok sevişerek, birbirini anlayarak, evlendiğin zaman kadar ve olabildiğince güzel yönetebilsen de tüm ayrılık sürecini, yine de boşanmak çok üzücü. İnsanın içini paramparça ediyor. Anestezisiz ameliyat gibi, tüm acıyı bütün benliğinle hissediyorsun zira hem hayallerin yıkılıyor hem emeklerin havaya uçuyor. Yani, kendimizi anda kalmaya ne kadar eğitmeye çalışsak da insanlığımızın, alışkanlıklarımızın sonucu andan kopuyoruz; zira geçmişimiz ve geleceğimiz eş zamanlı elimizde patlıyor. O sırada hangi anda kalmak, hangi anda yaşamaktan bahsedebiliriz! Yok öyle bir şey; alabildiğine acılı köfte gibi oluyorsunuz. Çiğ köftenin içindeki acıdan mayhoşlaşan maydanozlar gibisiniz yani biraz… Kaçışınız da yok.
Ne toplum ne de devletimiz düzenlemeleri de bu süreçte size hiç yardımcı olmuyor, diyesim bu aslında bu yazıda. Evlendim, soyadım değişti diye öncesinde daha yeni aldığım yeni düzenleme bordo pasaportum çöp olmuştu. Gittim yenisini aldım, yeni soyadı yeni medeni durum falan filan gıcır
Vipassana benim için neydi peki? Nasıl geçerdi onca uzun saatler konuşmadan, okumadan, yazmadan, şarkı söyleyip dinlemeden?
Ben çok severim sessizliği. Kardeşimle insanları sinir edebilecek kadar sessiz kalabiliriz. Sessizlik oldu, aman konuşmam lazım, ortam gerildi, ne oldu sıkıldık mı, konuşacak bir şeyimiz kalmadı mı yoksa insanları hiç ama hiç değilizdir.
Kendi sessizliğimin üstüne herkesin sessiz olduğu, bir de meditasyonla süslendiği, vejetaryen mutfakla taçlandırıldığı bir organizasyon olunca ilgimi çekmemesi imkansız olurdu.
İlk 2013 Hindistan ziyaretim esnasında duymuştum Vipassana’yı (vipassana nedir için bkz bir önceki yazım; https://blog.milliyet.com.tr/10-gun-susabilir-misiniz--/Blog/?BlogNo=521442 )Kaldığım tapınakta her Perşembe Mauna yani sessizlik günüydü. Dersler hayat aynı şekilde devam ediyordu ama konuşulmuyordu. Sonrasında bunun Dhamma – Vipassana organizasyonuyla dünya çapında yapıldığını duydum, oradaki çoğu insan en az bir kez 10 günlük programa katılmışlardı. Orada zamanım kısıtlı olduğundan yapamadım. Türkiye’de Vipassana organizasyonuyla değil ama bir miniği tadında Artvin’de 3 günlük mauna kampına katılabildim sadece; çünkü Türkiye’de yoga
6 ay, 184 gün oldu bugün.
Evden, anneden, babadan, kardeşten, dostlardan,
Sıcak bir demleme çaydan, simitten, peynirden, zeytinden,
Anne elinden çıkmış, mis kokulu, ütülenmiş, yumuş kıyafetlerden,
Bildiğin kıvrımlı yataktan,
Rakı sofralı, dost dertleşmeli gecelerden,
Ne haber Ali abi, işler nasıl gidiyor bu ara, iki domates aldım bir de limon sallasana torbaya yakınlığındaki muhabbetlerden,
Ve dahasından uzak olalı 6 ay oldu, bitti, tamamlandı. 7. aya başlıyorum, yılın yarısı geçti, iki ayrı kıta geçildi. Asya’dan Güney Amerika’ya gelindi.