Geçtiğimiz hafta İsrail Parlamentosu (Knesset), “Ermeni Soykırımı”nı tanıyan yasa tasarısını oyladı. İlişkilerimizin sıkıntılı haline bakınca, bu tasarının kabul edilmesi beklenirdi. Ama aksine, 28’e karşı 41 oyla reddedildi! Peki ama neden?
Holokost ve Ermeni meselesi
Aslında İsrail, bizatihi insanlık tarihinin en büyük felaketlerinden birine (Holokost) maruz kalmış olan Yahudilerin kurduğu bir devlet. Bu hassasiyetinden dolayı da 1915’te yaşananlar, kuruluşundan bu yana İsrail’in hep gündeminde olageldi. Ama İsrail resmi olarak “soykırım”ı hiç tanımadı. Nobel Barış Ödülü sahibi olan eski İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in 2001’de Türkiye’deyken sarf ettiği sözler, bu duruşun simgesi olmuştu: “Bizler Holokost ve Ermeni meselesi arasında benzerlik bulma girişimlerine karşıyız. Ermenilerin başına gelenler de bir trajediydi, fakat bir soykırım değildi.”
Aslında bazı çevreler, Holokost’un önemini yitirmemesi ve ikinci plana atılmaması için İsrail’in “soykırım” demediğini düşünüyor. Bazıları ise Türkiye ile diplomatik ilişkileri tümden koparmamak için bu tutumda olduğu görüşünde. İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın son ret kararı sonrası “Ülkemiz, diplomatik sonuçları nedeniyle bu
İlk bakışta Suriye’deki tablo çok net gibi duruyor. Yani sanki bir tarafta Türkiye, Rusya ve İran var. Diğer yanda ise ABD ve desteklediği YPG. Oysaki kazın ayağı hiç de öyle değil.
İç içe geçen cepheler
Rusya ve İran’dan başlayalım. Evet, ikisi de bir yandan Suriye’de rejimi ayakta tutmaya çalışıyor. Çünkü Rusya için Esad demek Suriye’deki çıkarlarını, yani buradaki iki askeri üssünü uzun vadeli garantilemek demek. İran da Esad üzerinden nüfuzunu koruyarak Irak’tan Lübnan’a uzanan Şii hilalini gerçekleştirme derdinde.
Ancak her ne kadar Suriye’de iş birliği yapsalar da bu iki ülke aynı zamanda birbirinin bölgesel rakibi. Dolayısıyla, Suriye’deki paylaşım sona erdiğinde Rusya İran’la iş tutmaktan vazgeçebilir. Hatta ve hatta ABD ile, İran’ın Suriye’den çekilmesi üzerinde anlaşabilir. Dış politikada en çok İran karşıtlığını öne çıkaran Trump’ın aklında da zaten muhtemelen bu hedef var.
Kaldı ki Trump tarafından sıkıştırıldıkça İran’ın Rusya’ya bağımlılığı giderek artıyor. Bu yüzden, Tahran’a karşı eli her zamankinden güçlü olan Rusya, ABD yarın öbür gün Suriye’deki İran askerlerini ve Şii milisleri vurmaya başlarsa ses çıkarmayabilir.
***
ABD ve Rusya’nın üzerinde mutabık olduğu bir
Afrin’de Zeytin Dalı harekâtı devam ederken, Esad güçlerinin buraya girdiği iddiası kafaları fazla karıştırdı sanki. YPG yerine rejim güçleri olması iyi mi, kötü mü? Türk askeri rejimle çatışır mı? Akıllardaki sorular muhtelif...
Oysaki durum çok net: Şu anda Türkiye için tek beka sorunu, PKK/YPG konusu. Sınırlarımız boyunca bir terör koridoru oluşması, bugün karşı karşıya olduğumuz en büyük tehdit. Dolayısıyla, dost/düşman tanımı da bu eksen üzerinden yapılıyor. Yani PKK/YPG’ye karşı olanlar, bizimle aynı safa düşüyor. Yanında olanlar ise karşıya.
***
O yüzden Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, “Rejim buraya YPG’yi temizlemek için girerse problem yok” sözünün de gösterdiği gibi: Mesele artık Esad olmaktan çıktı. Çünkü belli ki YPG varlığı Fırat’ın batısında bitirilse bile, doğusunda ABD desteğinde palazlanmaya devam edecek.
O nedenle, Zeytin Dalı harekâtı ne kadar başarılı olsa da artık harekâtın ötesine bakmak gerekiyor. Yani kısa vadeden uzun vadeli bir stratejiye geçmemiz.
Komşu dayanışması
Bunun ilk ayağı da komşularımızla iş birliği. Hatırlarsanız, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi lideri Barzani’nin eylül ayında bağımsızlık referandumu yapması, bölgesel iş birliğinin önemini
PKK bağlantılı YPG’nin Esad’la anlaşıp Afrin’den çekileceği, onun yerine Esad güçlerinin buraya yerleşeceği haberi gündeme bomba gibi düştü. Hem de Afrin’de Zeytin Dalı harekâtı devam ederken...
20 Aralık’ta bu köşede, “Moskova, yakında Afrin’den YPG’nin çekilip Şam rejimine teslim edildiğini duyurursa şaşırmayın” diye bu ihtimalden bahsetmiştim. Peki şimdilerde gerçekleşen bu gelişme ne anlama geliyor?
Anlaşmanın anlamı
1.si; Esad’ın ve arkasındaki Rusya’nın YPG üzerindeki etkisini, istediklerinde örgütü harekete geçirebildiklerini gösteriyor. 2.si; Rusya ile diyalog kurmamızın ne kadar önemli olduğu ortaya çıkıyor. Zira arkasında Moskova olmasa Esad böyle bir adımı atamazdı. Kaldı ki Afrin’de hakim olan YPG’ye asıl desteği yıllardır Rusya veriyor.
3.sü; hakikaten Esad’ın askerleri Afrin’e yerleşip Türkiye-Suriye sınırında konuşlanırsa... Rejimle koordinasyon kurmanın önemi daha da artacak. Dahası, bu gerçekleşirse, Esad’la YPG’ye karşı iş birliği yapılabileceği de ortaya çıkmış olacak. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun, “Rejim buraya YPG’yi temizlemek için girerse problem yok” sözleri de zaten buna işaret ediyor.
Ve son olarak: YPG Afrin’den çıkarsa, kuvvetle muhtemelen Fırat’ın
Türkiye’nin milli güvenliğini geliştirmesi şu an her şeyden önemli. Hatta belki de Kurtuluş Savaşı’ndan beri bu ihtiyaç hiç bu kadar hasıl olmamıştı.
Bunun başlıca sebebi, sınırlarımızın ötesinden bize yönelik gitgide artan tehditler. Irak ve Suriye’nin parçalanma sürecinde oluşu ve bundan kaynaklanan başta PKK/YPG olmak üzere- terör tehdidi en öncelikli beka sorunu. Bununla birlikte, ABD ile aramızda gitgide derinleşen kriz, sadece Batı’ya bağımlı bir savunma sistemimizin olmasını riskli kılıyor. Rusya gibi farklı kaynaklarla çeşitlendirmemiz şart. Bu kriz aynı zamanda da güçlü bir “milli ve yerli” savunma sanayii oluşturmamızı gerektiriyor. Zira ancak o zaman olası silah ambargolarına ve siyasi dalgalanmalara karşı daha sert bir bağışıklığımız oluşur.
Hava savunmamız
Peki, savunmamızı güçlendirmek için bugün neye ihtiyacımız var? Savunmanın üç ayağı var: Hava, kara ve deniz. Hava savunmasının ise iki boyutu var. Biri balistik füze savunması, diğeri ise seyir füzelerine ve roketlere karşı savunma. Birincisine yönelik, hem Rusya’dan S-400 füze savunma sistemi alıyoruz hem de NATO altyapısıyla uyumlu olan İtalya-Fransa üretimi EUROSAM sistemini.
Bununla birlikte Irak ve Suriye’den
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İtalya gezisinde en çok Vatikan’da Papa ile görüşmesi öne çıktı. Oysaki bu ziyareti asıl kritik yapan, Türkiye’nin milli güvenliğini geliştirmesi oldu! Erdoğan’ın dönüşte bizlere verdiği mülakatta sarf ettiği, “2023’e ulaştığımızda inşallah kendi güvenliğini sağlayabilen bir ülke haline gelmiş olacağız” sözü, bu ziyaretin amacını özetler gibiydi.
***
Şöyle ki: İtalya ziyaretinden tam 1 ay önce, Erdoğan Paris’te muadili Macron’la görüşmüştü. Ve burada Fransa-İtalya ortak üretimi olan EUROSAM’la füze anlaşması imzalamıştı. İşte bu hafta da bu anlaşmanın 2. ayağına, yani İtalya’ya giderek bu çerçeveyi tamamladı. Ve başkent Roma’da bu anlaşmanın çok yakında hayata geçeceği taahhüdünü aldı.
Çokuluslu üretim
Ancak Türkiye’nin kendi güvenliğini sağlayacak bir ülke haline gelecek olması, sadece bu füze anlaşmasının bir sonucu değil. Güvenlik ihtiyacımızı gidermenin başlıca 3 ayağı var. Bunlar hava, kara ve deniz savunması. Bu her 3 ayağın bir kısmını dışarıdan tedarik ediyoruz. Bir kısmını da biz kendimiz karşılamayı hedefliyoruz. Yani “milli ve yerli” olmasını.
Ancak, burada bir yanılgıya düşmemek gerekiyor. “Bugün hiçbir ülke tamamen yerli ve milli girdilerle savunma
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, ABD yönetiminin Münbiç için verdiği sözleri tutmadığını dile getirerek, “Ama Münbiç er ya da geç gerçek sahiplerini bulacaktır. Biz de üzerimize düşeni yapmak durumundayız. Bizdeki mülteciler arasında da Münbiçliler var; ‘Artık evlerimize dönelim’ diyorlar” ifadelerini kullandı.
Vatikan’ı ziyaret eden ve 1 milyar 200 milyon Katoliğin ruhani lideri Papa Franciscus ile bir araya gelen Cumhurbaşkanı Erdoğan, temaslarının ardından sorularımızı yanıtladı. Roma’da İtalya Cumhurbaşkanı ve Başbakanı ile de görüşen Erdoğan’ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
VATİKAN’LA İRTİBATIMIZ SÜRECEK: Papa ile yaptığımız görüşmelerde bölgesel sorunları ve dünyadaki malum gelişmeleri ele aldık. Ortadoğu’daki gelişmelerle ilgili olarak Türkiye’nin ve kendilerinin görüşlerinin ne kadar önemli olduğunu değerlendirdiğimiz bir görüşme gerçekleştirdik. Sonra Vatikan Devlet Sekreteri (Başbakan) Kardinal Parolin ile bir araya geldik. Onunla da Türkiye’deki bazı vakıf sorunlarına yönelik konuları değerlendirdik; ne tür adımlar atılabileceğini görüştük. Papa Franciscus’la görüşmeleri sürdürme, irtibatı kesmeme konusunda mutabık kaldık; barışa yönelik, dünya barışına yönelik
Türkiye’de toplumun nabzını en iyi tutanlardan oldu hep, Kadir Has Üniversitesi’nin her yıl yaptığı “Sosyal-Siyasal Eğilimler Araştırması”.
Bu yıl 7.si yapılan araştırma, her şeyden önce şunu ortaya koyuyor: Güvenlik tehdidi büyüdükçe, Batı ittifakını can simidi olarak görüyoruz. Çünkü kendimizi güvende hissetmedikçe, bir teminat arıyoruz. Ve böyle zamanlarda hep “fabrika ayarlarımıza” sığınıyoruz.
Batı teminatı
Geçen yıldan bu yana Avrupa Birliği (AB) üyeliğini destekleyenler yüzde 45’ten yüzde 58’e çıkmış. Aynı şekilde NATO üyeliğinin devamını isteyenler de 59’a yükselmiş. Bunda elbette iktidarın son zamanlarda Batı’ya yönelik olumlu söylem değişikliği etkilidir. Ancak asıl belirleyicinin güvenlik kaygısı olduğu muhakkak. Hakeza ankette terör, Türkiye’nin en büyük sorunu olarak ortaya çıkıyor.
Buna mukabil, ABD’ye karşı dönem dönem yükselip alçalan güvensizlik çok ciddi şekilde artmış. ABD yüzde 64 ile “tehdit oluşturan ülkelerin” en başında! Düşünün ki 2015 anketinde bu oran sadece yüzde 36’ydı. Dahası, o yıl ABD ile işbirliği, Müslüman ülkelerden çok daha fazla tercih ediliyordu. Ve Washington en yakın partner olarak görülüyordu.
---
Bununla birlikte işbirliği yapılması gereken