ABD ile müttefik miyiz? Yoksa stratejik ortak mı? Eğer öyleysek, bugünkü YPG/PKK krizini neden yaşıyoruz? Bugünlerde herhalde en çok merak edilen soru bu.
Öncelikle “müttefik” kelimesini doğru konumlandırmamız gerekiyor. “Müttefiklik” sadece ortak çıkarlar etrafında vuku bulan ve çıkarlar çatıştığında ortadan kalkan bir ilişki. Zaten bugün yaşadığımız da tam da bunun tezahürü.
ABD’nin bugün Irak ve Suriye başta olmak üzere Ortadoğu’da asıl önceliği, İran’ın etkisini mümkün mertebe kırmak. Bunu da kendi askerini göndermeden ve Sünni güçlere dayanmadan yapmak istiyor. Çünkü Trump için “ılımlı” İslamcılarla radikal unsurlar arasında neredeyse bir fark yok. Dolayısıyla, Sünni ağırlıklı Türkiye’yi de bu konjonktürde öncelikli ortağı olarak görmüyor. Zaten Ankara da İran’a karşı eksende yer almadığı gibi, aksine, Suriye’de Rusya-İran ikilisiyle birlikte hareket ediyor.
Ortak çıkarlar
Ancak tüm bunlara rağmen hâlâ süren ortak çıkarlarımız var. Ve zaten tam da bunlar, çatışan menfaatlere rağmen bu ikiliyi birbirinden ayırmıyor.
Her şeyden önce iki ülke Kosova’da NATO önderliğindeki “Barış Gücü”nü (KFOR) birlikte göğüslüyor. Afganistan’da da askerlerimiz birlikte eğitim veriyor. Amerikan
"Bu olay, maalesef ifade etmek gerekir ki Türk ve Amerikan Silahlı Kuvvetleri arasında bugüne kadar en büyük güven bunalımını yaratmıştır ve bir kriz haline gelmiştir.”
Bunlar, ABD’nin kuzey Suriye’de PKK bağlantılı YPG’ye verdiği destek yüzünden söylenmiş sözler değil. Bundan 15 yıl önce, 4 Temmuz 2003 günü patlak veren meşhur “çuval olayı”ndan sonra, Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün ağzından çıkan cümleler. Gerçekten de Süleymaniye’de askerlerimizin başına geçirilen çuval, daha önce benzeri görülmemiş bir kriz yaratmıştı.
Peki, bugün yaşadığımız bunalım daha mı büyük? Bunu ölçmek şu an mümkün değil. Söylenmesi mümkün olan bir şey varsa, o da ABD ile yaşadığımız krizin ne ilk ne de beklenmedik olduğu.
NATO üyeliği
Türkiye-ABD ilişkileri hiçbir zaman dikensiz bir gül bahçesi olmadı. Hatta bu ilişkinin üzerine yapışan “sorunlu ittifak” tabirini ilk kez Amerikalı tarihçi George Harris ta 1974’te yazdığı kitaba bu adı vererek ortaya atmıştı.
Aslında bu ilişkinin temeli salt iki ülke arasında değil, NATO çerçevesinde atıldı. Yani çok taraflı bir zeminde. Şöyle ki: 2. Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmayı seçen Türkiye, savaş sonrasında Rusya’nın taleplerinden (başta Boğazlar üzerine olmak
Bugün ABD Başkanı Trump’ın başkanlığının 1. yaş günü. Gürültü patırtı içinde, kaş göz yara yara da olsa çok şükür kazasız belasız atlattık bu ilk seneyi.
Trump sadece dünya için değil, kendi ülkesi açısından da büyük sarsıntı yarattı. ABD’nin en büyük araştırma şirketi GALLUP’ın evvelsi gün açıkladığı anket sonuçları bunu ortaya koyuyor. “Küresel Liderlik” anketine göre, Trump başkanlığında ABD’nin popüleritesi bugüne kadar görülmemiş oranda düştü. Bir önceki Başkan Obama döneminde dünya kamuoyunun yüzde 48’i, yani neredeyse yarısı ABD liderliğine onay vermiş. Bugün ise bu oran yüzde 30.
Dahası, önümüzdeki kasım ayında yapılacak ara seçimlerde bu rakam daha da inecektir. Zira ABD tarihinde iktidar olan partiler hep ara seçimlerde kaybedegelmiş. Yani bu sefer kuvvetle muhtemel Cumhuriyetçi Parti kaybedip, Demokratlar kazanacak. Bu da Trump’ın hem içeride, hem dışarıda iyice “karizmasını çizdirecek”.
Azledilir mi?
Bundan daha kritik olan ise şu: Trump’ın Rusya ile kurduğu şaibeli ilişkiler üzerine hali hazırda yürüyen soruşturma, bu seçimin sonucuna göre evrilebilir. Zira ABD siyaseti üzerine Türkiye’de en uzman akademisyenlerden olan Dr. Mehmet Yeğin’e göre, bu soruşturma adli olmaktan
Afrin’e operasyonun eli kulağında. Bir yandan da Türkiye’nin desteklediği muhalif grupların kalesi olan İdlib’e müdahale ihtimali gündemde. Peki, Afrin ve İdlib neden önemli?
Ve Ankara’nın hedefi ne?
Önce İdlib’le başlayalım. Burası Esad’a karşı savaşan muhaliflerin elinde kalan son kale. Malum, Türkiye de Rusya ve İran’la birlikte burası için çatışmasızlık anlaşması yapmıştı. Buna göre, Türkiye idlib’in içinde, Rusya ve İran da dış çeperinde güvenliği sağlayacaktı. Moskova, Suriye’deki en büyük üssü olan Hmeymim’in güvenliğini garantilemek için burayı çok önemsiyor. İdlib’in İran ve Rusya için bir diğer anlamı da muhalefeti bitirip Esad’ın ülkede kontrolünü tamamen sağlamalarına yönelik.
Türkiye de hem desteklediği muhalif gruplar üzerinden elindeki Suriye kartını tutmak hem de yeni bir mülteci dalgasını önlemek için İdlib’e önem veriyor. Ancak geldiğimiz noktada Afrin çok daha kritik. Zira YPG/PYD’nin kuzey Suriye’de kurmaya çalıştığı koridor, bugün Türkiye için beka meselesi.
ABD’ye karşı değil
Ne var ki Afrin operasyonuyla ilgili yanlış anlaşılan birkaç nokta var. 1.si; bu ABD’ye karşı yapılacak bir müdahale olmayacak. Zira Afrin’deki PYD/YPG varlığı tamamen Rusya’nın
Türkiye’nin AB üyeliği geldi gündemin yine en tepesine oturdu. Elbette geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Paris ziyaretinde muadili Macron’la görüşmesi sonrasında.
*
Macron her ne kadar tam üyelik perspektifinin gerçekçi olmadığını ve bunun yerine yeni bir ortaklık modeli geliştirilmesi gerektiğini söylese de asıl vurgusu öne çıkmadı. Oysaki Fransa Cumhurbaşkanı’nın en önemli mesajı, “Asıl amaç, Türkiye’nin ve Türk halkının Avrupa’nın içinde kalmasını sağlamak” sözü oldu. Bu bağlamda da Türkiye’nin Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kapsamında kalması gerektiğini söyledi.
Yani Türkiye’nin AB sisteminin içinde kalması için yeni bir yol bulunması ihtiyacını vurguladı. Aynen seleflerinden Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin hep dile getirdiği gibi. Almanya Şansölyesi Merkel’in de tutumu hep “imtiyazlı ortaklık” olageldi. Ancak bu hiçbir zaman Almanya’nın resmi devlet politikası haline getirilmedi. Şimdi Macron’un çıkışı sonrası Merkel de (koalisyon kurmayı başardıktan sonra) bu söylemi daha sesli dile getirebilir. Ve hükümetin resmi politikası yapabilir.
Tam üyelik biterse
Peki, bu durumda Ankara ne yapabilir? Yapmalı? Buna karar verebilmek için önce tam üyelik
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz cuma günü Paris’te imzaladığı füze anlaşması kafaları karıştırdı. Biz şimdi Fransa-İtalya ortaklığı olan EUROSAM füzesi mi alacağız? Yoksa Rus S-400 sistemi mi?
Bir önceki yazımda da anlattığım gibi, bu ikisi birbirinin alternatifi değil, tamamlayıcısı. Türkiye, hava sahasının savunması için Rus S-400 sistemi, çok daha kapsamlı olan füze savunması için ise EUROSAM alıyor. Peki, o zaman ABD neden S-400 alıyoruz diye ortalığı ayağa kaldırıyor?
S-400 ve NATO tatbikatı
Her şeyden önce, S-400 alımı nedeniyle Rus askerinin bir süre Türkiye’de konuşlanması gerekecek. Önce sistemi kurmak, sonra da TSK’ya kullanımı konusunda eğitim vermek için. EDAM (Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi) Başkanı Sinan Ülgen, bunun bir NATO ülkesinin Rusya’yla yaptığı “olağanüstü bir askeri iş birliği örneği” olduğunu söylüyor.
***
EDAM Savunma Analisti Dr. Can Kasapoğlu da önemli bir hassasiyete daha vurgu yapıyor. Rusya’nın, NATO pilotlarının bu sistemle tecrübe kazanması konusunda endişe duyabileceğini söylüyor. Bu sisteme yüklenecek yazılımlar, kaynak kodları ve ana bakımlara dahil hususlarda da bazı kısıtlamalara gidilebileceğini anlatıyor.
“Mesela Rusya,
Tam da Rusya’dan alacağımız S-400 füze sisteminin tüm detayları ortaya çıkmışken... Hatta alımının krediyle yapılacağı, toplam 144 füzenin 2 farklı noktaya yerleştirileceği daha evvelsi gün basına yansımışken... Bir anda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dün Paris’te Fransa-İtalya ortaklığı olan EUROSAM’la füze anlaşması yapacağı haberi gündeme bomba düştü.
Şimdi kafalar karışık: Biz füze sistemini Rusya’dan mı alıyoruz? Eğer öyleyse, bu Avrupalı savunma sistemini nereye koyuyoruz?
İki ayrı füze sistemi
Cevabı çok basit. Biz aslında iki ayrı füze savunma sistemi alıyoruz. Şöyle ki: Türkiye’nin güvenliğini sağlamak için iki ana ihtiyaç var. 1.si, hava savunması. 2.si, füze savunması. İşte S-400’ler de 1.sini, EUROSAM ise 2.sini karşılamaya yönelik.
Hava savunma sisteminin görevi, hava sahamızı ihlal eden uçakları belirlemek ve onları ya Türkiye topraklarının dışına çıkarmak ya da gerektiği takdirde düşürmek. Bunu geleneksel olarak Türkiye’nin kendi milli hava savunma altyapısı karşılıyordu. Ancak 15 Temmuz sonrasında TSK’da yapılan operasyonlarla birlikte F-16 pilotlarının sayısı azalınca, hava savunmamızı geliştirme ihtiyacı doğdu. İşte S-400 alımının sebebi bu.
Ancak ne var ki Rus yapımı füze
2018’e en sert girişi yapan ülke, hiç beklenmeyen bir şekilde İran oldu. Perşembe gecesi başlayan şiddetli sokak gösterileriyle karşıladı yeni yılı. Peki nasıl oluyor da Irak, Suriye, Yemen ve Lübnan’da esip gürleyen, bölgede “Şii hilalini” hayata geçirmiş ve İsrail’e, Körfez’e, ABD’ye kafa tutan Tahran şimdi bu halde?
Sorun Şii hilali
Bunun en başlıca sebebi, hiç kuşkusuz ekonomi.
Şu anki “ılımlı” Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, ilk kez 2013’te büyük bir tantanayla seçilmişti. Ondan önce 8 yıl boyunca cumhurbaşkanı olan Ahmedinejad ise, Ruhani’nin aksine koyu bir muhafazakârdı. Ve döneminde patlak veren “Yeşil Hareket”i kanlı bir şekilde bastırmıştı. Dolayısıyla, reformcu Ruhani’nin seçilmesi, rejimin 2009’da bastırdığı bu hareketin bir nevi intikamıydı.
Aradan geçen yıllar ise, halkın beklentilerini karşılamadı. Malum, Ruhani ilk iş olarak Batı ile o meşhur nükleer anlaşmayı imzaladı. Ve bunu, 1979 İslam Devrimi’nden beri ülkenin ensesinde boza pişiren yaptırımların kalkacağını ve ekonominin güçleneceğini söyleyerek içeriye pazarladı.
Ne var ki ekonomik vaatleri yerine getiremediği gibi, durum gitgide daha da kötüleşti. İşsizlik ve enflasyon aldı başını gitti. Zira Ruhani ağırlığını