Güzel haber: Dünya uyanıyor. Uyanmaya başlıyor.
Neye mi? Toprağı el birliğiyle katlettiğimize.
1970’den bu yana yerküre üzerindeki toprağın üçte biri yok olmuş. Tek sebebi ise, beslenme şeklimiz. Yani gıdamız. İşte sonunda insanoğlu bu gidişatın farkına vardı ve harekete geçmeye başladı.
Yanlış gıda = Yanlış tarım
Önce şunu anlayalım: Toprak gıda vermek dışında bizim için ne yapıyor?
Toprağın üzerinde yaşayan bitkiler ve ağaçlar, havadaki karbondioksidi alıp toprağa aktarıyorlar. Toprak da onu karbona çevirip havaya geri veriyor. Böylelikle bizim için zararlı olan karbondioksit toprakta hapsolmuş oluyor. Bu nedenle bizler toprağı yanlış sürünce, ormansızlaştırınca ya da yok edince, havadaki karbondioksit oranı hızla yükseliyor. Bu da hem sağlığımızı olumsuz etkiliyor, hem küresel ısınmaya sebep oluyor, hem de toprak yağmur suyunu tutamadığı için seller oluyor. Kısacası, toprağın zarar görmesi ya da yok olması bizde sayısız hastalığa, küresel ısınmaya, çölleşmeye, erozyona, sellere, denizlerdeki ve okyanuslardaki cansızlaşmaya neden oluyor.
Şu an dünya üzerinde var olan hayvan ve bitki türlerinin yüzde 75’i yok olmak üzere. Bilim insanları buna “Yeryüzünün 6. Yok Oluşu” ismini takıyor. Zira insanoğlunun var oluşundan bu yana dünya üzerinde yaşam 5 kez böyle tükenmiş. Her seferinde yeryüzünde canlıların yüzde 75’i hayatını kaybetmiş.
İşte bugün içinde olduğumuz süreç de bunun 6.sı. Daha korkunç olan ise şu: El birliğiyle yaptığımız bu imhanın hızı, daha önceki seferlerde insanların diğer canlıları yok etme hızının en az 100 katı. Teknoloji sağ olsun. Süreç o kadar hızlı ki, düşünün, 1970’den bu yana hayvan nüfusu yüzde 68 oranında azalmış. 500 hayvan türü de tamamen yok olmak üzere. En kötü olan ise şu: Bu sürecin geri dönüşü yok. Yani yok olan canlı türlerini bir daha hiç göremeyeceğiz.
Uzmanlar bir türün yok oluşunun başka bir türün yok olmasına yol açtığını da özellikle vurguluyorlar. Hakeza tüm canlılar beslenme ve üreme üzerinden
Şimdi çoğu kişinin iddiası şu: “Küreselleşme bitiyor. Korona salgınıyla birlikte ülkeler kendi içlerine kapandılar. Sınırlarını kapattılar. 1970’lerden bu yana dünyaya hakim olan küreselleşme dalgasının sonuna geldik.”
***
Bana kalırsa her şeyi siyah ya da beyaz olarak görmeye çok alışmışız. Soruları “Bitti mi, başladı mı? Başı mı, sonu mu?” diye sormaya da... “Ya hep, ya hiç”lere... Sanki ülkelerin şimdi kendi içlerine dönmesi, illaki küreselleşmeyi bitirmesi gerekiyormuş gibi. Oysaki “değişim” denilen bir gerçeklik var. Bir şeylerin değişiyor olması, illaki bir bitiş ya da başlangıç, bir çöküş ya da bir çıkış anlamına gelmek zorunda değil.
Bugün olan, melez bir düzenin doğuşundan başka bir şey değil.
Öz kaynaklar
Elbette bu salgınla beraber ülkeler bir süre içlerine kapanacaklar. Bunun bir nedeni, bu krizde küresel ekonomik sistemin zaaflarının ortaya saçılmış olması. Zira devletlerin bel bağladıkları küresel tedarik zincirleri ve sanayi darbe alınca, birçok
Korkmayın. Korkmayalım. Öğrendim ki dünya üzerindeki su miktarı hiç değişmiyormuş. Suyun döngüsü ve yeryüzüne düşen yıllık ortalama yağmur suyu hep aynı kalıyor.
Yani değişen, suyun toplam miktarı değil. Değişen, nereye ne kadar yağmur veya kar düştüğü. Bu da tabii ki bir yerdeki su miktarını değiştiriyor. Mesela iklim krizi nedeniyle o yere daha az su düşüyor. Ama oraya yağmayan yağmur veya kar, dünyanın başka bir yerine mutlaka düşüyor. Dolayısıyla, dünyada su kıtlığı yok! Su var ama suyun azaldığı yerler var.
Türkiye de bu yerlerden olduğuna göre, ne yapmalı?
Acil tasarruf
Ülkemizde son 50 yılda tam üç Van Gölü büyüklüğünde sulak alan kaybolmuş. Tarımda, sanayide ve hanelerde su kullanımımız çok yanlış. Elimizdeki suyu resmen heba ediyoruz. Tatlı su kaynaklarımız da (nehirler, yer altı suları ve yağmur/kar suyu) gitgide azaldığı için, bu durum artık alarm veriyor.
Diyeceksiniz ki madem dünya üzerindeki su miktarı hep aynı, o zaman buraya yağmayan ama o sırada başka yere yağan yağmur ve kar suyundan
Su nereden gelir?
Eğer “musluktan” diyorsanız, yandık. Çünkü su musluktan değil, doğadan gelir. Ancak bunun bilincinde olursak da, musluktan gelmeyi sürdürebilir.
Zira suyun doğadan yani nehirlerden, yer altından ve yağmurdan geldiğinin, bu sayede bize ulaştığının bilincinde olursak, suyu kullanma ve tüketme şeklimiz de değişir. Bugün Türkiye’de her birimiz günde ortalama 216 litre su tüketiyoruz. Buna içtiğimiz su, duş aldığımız su, musluk ve sifon suyu dahil. O gün aldığınız ürünleri de hesaba katarsak, bu rakam 5400’e çıkıyor. Mesela bir tişört üretiminde 2400 litre su harcanıyor.
İşte bu oran da dünya ortalamasının çok üzerinde. Dünyada kişi başına düşen yıllık su tüketimi 800 m3 iken, bizde bu oran 1566 m3! Yani iki katı. Zaten tam da bu yüzden bugün Türkiye “su sıkıntısı olan ülke” kategorisinde. Sadece son 50 yılda üç Van Gölü büyüklüğünde su alanımız yok olmuş. Fırat, Dicle, Kızılırmak gibi gürül gürül akan, bereket saçan
Biliyor musunuz ki bu yıl ve önümüzdeki 10 yıl dünyamızı bekleyen en büyük 4 risk: Bulaşıcı hastalıklar, iklim krizi, biyolojik çeşitlilik kaybı ve su krizi. Bunu söyleyen ben değilim, Dünya Ekonomik Forumu’nun 2021 yılı Küresel Risk Raporu.
Farkındaysanız, en büyük küresel tehditlerin hepsi de doğal kaynak krizi. Daha yakından baktığınızda ise ilk 10 riskin 6’sı doğrudan iklim değişikliğiyle alakalı.
Daha önceleri Dünya Ekonomik Forumu her yıl düzenlediği Davos zirvesinde bu raporu hep açıklıyordu ve belirtilen en büyük riskler genelde terör, siber saldırı, kitle imha silahları gibi güvenlik tehditleriydi. Demek öyle bir noktaya gelmişiz ki doğaya verdiğimiz korkunç zarar yeryüzünün en tehlikeli sorunu haline gelmiş.
Su sıkıntısı olan ülke
Topyekûn bir yok oluşun içindeyiz aslında hepimiz. Bunun belki en vurucu işareti de “su”dan geliyor. İçtiğimiz, yıkandığımız, tükettiğimiz, harcadığımız sudan. Düşünün ki son 50 yılda Türkiye’deki sulak alanların yarısı kullanılamaz
Görünen o ki daha uzunca bir süre evlere kapanacağız. Yaşamlarımız kısa bir süreliğine değil, uzun süreliğine değişecek, artık belli oldu. Özellikle de içinde yaşadığımız şehirler.
Aslına bakarsanız ilk bakışta “kapanıyoruz” gibi görünsek de, aslında açılıyoruz. Evlere kapanma bizi daha da açılmaya zorluyor. Kendimizi, evlerimizi, hayatlarımızı, şehirlerimizi çok daha açık yapmaya itekliyor. Nasıl mı?
Şehir köyler
Uzaktan/online iş, eğitim, alışveriş, spor falan derken, kendimizi evlerden internet üzerinden her şeyi yapabilir halde bulduk. Bu da şehrin merkezinde oturmanın gerekli olmadığını çıkardı ortaya. Pandeminin kısa sürede bizleri terk etmeyecek olması da hibrit, melez bir düzene geçileceğini gösteriyor. Yani tamamen olmasa da büyük ölçüde uzaktan eğitim. Tamamen olmasa da çoğunlukla evden çalışma... Gibi.
İşte insanlar tam da bu yüzden büyük şehirlerin çeperine, bahçeli evlere doğru yönelmeye başladı bile. Yazlık mekânlar kışlığa döndü. Şehirden tamamen bunalanlar
Kucağımıza nur topa gibi düşen WhatsApp krizini geçen yazımda yazmıştım. WhatsApp, bilgilerimizi Facebook’la paylaşmayı onaylamamızı zorunlu kılan yeni sözleşmeyi şimdilik ertelediğini açıkladı.
Aslında geçen yazımda pratikte değişen hiçbir şey olmadığını, 2014’te Facebook WhatsApp’ı satın aldığından beri kişisel verilerimizin zaten aynı havuzda toplandığını ve mesajların içeriklerinin koruma altında olmaya devam edeceğini söylemiştim.
Ama o kadar çok soru geldi ki işin uzmanlarıyla konuşarak biraz daha açmak istedim.
Avrupa şemsiyesi
Öncelikle, WhatsApp kullanmayıp başka bir mesajlaşma ağına katıldığınızda kişisel verilerinizin güvende olacağını düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Uzmanlar, örnek olarak Telegram’ı gösteriyorlar. Bu uygulamada çok daha fazla güvenlik açığı olduğunu, suç örgütlerinin de daha fazla faaliyet gösterdiklerini vurguluyorlar. BIP gibi yerli ve milli uygulamaların da keza aynı şekilde, yeterince güvenli olmadığını savunuyorlar.
Ama zaten sorun şu ki hiçbir şey yeterince