Daha önce de defalarca yazdım:
Herhalde son iki ayda geçirdiğimiz değişimi dünya ancak son 100 yılda yaşamıştır. Dönüşüm o kadar hızlı, o kadar yaygın, o kadar derin. Birçoklarının “çöküş” dediği bu değişimden ise, aslında yeni bir bebek doğuyor. Yeni bir düzen, yeni ideolojiler ve yeni yaşam şekilleri ortaya çıkıyor. Yani yeni bizler, yeni devletler...
Bunun en güzel örneği de Çin. İki hafta önce toplanan Çin Ulusal Halk Kongresi, tarihinde ilk kez bir sonraki yılla ilgili ekonomik öngörüde bulunmadı. Ortaya büyüme hedefleri koymadı. Dahası: İlk kez “insan odaklı büyüme”ye odaklandı. Bunu yapan dünyanın en büyük 2. ekonomisi olunca, bu değişimin ne anlama geldiğine iyice bakmak gerekiyor.
İnsan odaklı büyüme
Her şeyden önce şunu hatırlayalım: Çin Ulusal Halk Kongresi, yılda bir kez toplanan bir yasama organı. Ülkeyi 54 yıldır tek parti iktidarıyla yöneten Çin Komünist Partisi, devleti de yönettiği için bu şu anlama geliyor: Kongre aslında Parti’nin
Sisifos’u hiç duydunuz mu bilmiyorum.
Yunan mitolojisine göre, tanrılar tarafından büyük bir kayayı dik bir tepenin doruğuna yuvarlamaya mahkûm edilen kralın adı. Sisifos kayayı doruğa her ulaştırdığında ise, kaya aşağıya doğru yuvarlanır. O da yeniden yuvarlamaya başlamak zorunda kalır. Bu böyle sonsuza dek sürüp gider...
İşte geçtiğimiz hafta ABD’de kim bilir kaçıncı siyahinin beyaz bir Amerikan polisi tarafından öldürülmesi ve sonrasında sokağa dökülen kalabalıklar, bana Sisifos’un tam bitti derken yeniden başlayan mücadelesini hatırlattı. İnsanoğlu olarak kendimizi kandırmaya çok meyilliyiz. Siyahilere karşı ırkçılığı çok gerilerde bıraktık diye geçiniyoruz. Ama işte hâlâ orada olduğunu bulduğu her fırsatta gösteriyor.
Aynı Güney Afrika
Bence bunun en güzel örneği, Güney Afrika. Malum, Nelson Mandela hayatını ırkçılıkla mücadeleye adamış siyahi bir kahraman. Beyazların siyahilere uyguladığı ırkçı ayrımcılık da (Apartheid) onun sayesinde 20 yıl önce Güney Afrika’da resmi olarak son
"Nefes alamıyorum."
Bunu söyleyen, ne yoğun bakımda yatan bir korona hastası ne de maskelerimizin ardında nefes almakta zorluk çeken bizler. Bunu söyleyen, beyaz bir polisin ayakları altında can verirken ağzından son söz olarak bunlar çıkan bir siyahi.
Evet, yaşadığımız tam anlamıyla “pandemi içinde pandemi”. Koronavirüs içinde ırkçılık virüsü. Ama bu ikinci virüs, Kovid-19 gibi yeni değil. Yüz yıllardır sarıyor dünyayı. George Floyd da Amerikan polisinin öldürdüğü ilk siyahi değil. Ancak ne tesadüftür ki tam da ABD’de 100 binden fazla insanı öldüren, dünya üzerinde 5 milyon insanın ciğerine yerleşip onlara “Nefes alamıyorum” dedirten salgının ortasında bir siyahi son sözü olarak “Nefes alamıyorum” dedi.
Yokuş aşağı
Acaba bu yüzden de mi çok daha fazla empati kurabildi geniş kitleler bu sefer? Bu nedenle mi kanlarına daha çok dokundu bu katliam? Kim bilir. Ama bildiğimiz bir şey var, o da nerde durduğumuz.
Irkçılık, ABD’nin 100 yıllık hastalığı. Sivil haklar
Şu an farkında olmasak da belki de en acil ele alınması gereken konu GIDA.
Salgın nedeniyle tabii ki her an tüm dünyadan gelen haberlerin bombardımanı altındayız. İçeride ve dışarıda olup bitenleri daha hâlâ bünyelerimiz sindirmiş değil. Dolayısıyla, başımızı kaldırıp ne olup ne bittiğine bakamıyoruz. Ama farkında olmadığımız ve bizi bekleyen hayati bir mesele var önümüzde. O da, gıda güvenliği. O yüzden acilen gıdada, yani tarım-hayvancılıkta kendi kendimize yetmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Gıda milliyetçiliği
Bakın, Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) bugünlerde sık sık korona salgınının yerkürede açlık krizine dönüşebileceği, bu krizin en az 55 ülkede yaşanacağı uyarısında bulunuyor. Dünya Ticaret Örgütü de ülkelerin tarım ve gıda ticaretinde uyguladıkları kısıtlamaların yoksulların gıdaya erişimini engelleyeceğini savunuyor. Zira şu an birçok devlet, salgın sonrasını öngöremediği için kendi tarım ürünlerini satmak istemiyor. “Ya küresel sanayi durursa ve bendeki gıda bana yetmezse” endişesiyle.
Sonunda kendi canımızın değerini anladık. Korona döneminde en çok sağlığımızın ne kadar kıymetli olduğunu kavradık. Hem de iliklerimize kadar.
Soluduğumuz havanın kirli olup olmaması bugüne kadar bizi pek ilgilendirmiyordu. Sürdürdüğümüz hayatlarımızın bedenlerimize ne kadar zarar verdiğinin farkında bile değildik. İçinde bulunduğumuz küresel sistemin bizi sadece üretici-tüketici denklemine koyduğunu, öncelik sıralamasında sağlığımızın ekonomik düzenden çok daha sonra geldiğini şimdilerde fark ediyoruz. Yani uyanıyoruz.
Çirkin şirketler
Her ne kadar bugünlerde yavaş yavaş hayatlarımızda “normalleşme” başlasa da, artık “yeni normali” yaşarken bulacağız kendimizi. Bu virüsün aşısı bulunana kadar, yani en az bir yıl “sağlık” gündemimizin en tepesinde olacak. En az bir sene tüm dünyanın sağlıkla oturup kalkması da ister istemez yeni kalıplar, yeni fikirler, yeni oluşumlar, yeni düzenler getirecek. Bunların en başında da, hayatlarımızı sağlığımızı en tepeye koyarak yeniden şekillendirmek gelecek.
Kullandığınız ürünlerden,
“İnsan hayatını kurtarmak için, kendi ellerimizle tüm dünya ekonomisini durdurduk. Bu, insanlık tarihinde yaşanan bir ilk. Bu büyük bir kriz. 40 sentlik bir maske bugün her şeyden değerli. İşte bu, her şeyi ama her şeyi değiştirecek!”
Bunu bir ay önce Financial Times’a verdiği mülakat sırasında söyleyen kişi, Fransa Cumhurbaşkanı Macron.
***
Çok haklı. Şu an yaşadığımız şok, içinde bulunduğumuz sistemi değiştirmeye itecek bizi. Daha önce bizim için hiçbir değeri olmayan şeyler şimdi en kıymetli şeyler haline geldi. İşte Macron’un örnek verdiği maske... Bugün maskeniz yoksa, bittiniz. Demektir ki -sokağa çıkamamayı bırakın- büyük riske girdiniz. “İnsan faktörü” hiç bu kadar önem kazanmamıştı. Korona öncesinde olduğu gibi artık en önemli şey ekonomik düzen değil. Şu an ekonomi insan canından sonra geliyor öncelik sıralamasında.
Yeni farkındalık
İşte bu farkındalık da ister istemez her şeyi değiştirecek. Zira içinden geçtiğimiz süreç sadece birkaç aylık değil. Bu
Hep sandık ki doğa bizden ayrı. Bizden bağımsız. Bizim dışımızda bir yerlerde.
Onu kirlettiğimizde sanki uzaklarda bir şeyleri kirlettiğimiz yanılgısına düştük hep birlikte. Havayı, ormanı, denizi pislettiğimizde sanki bizimle alakası olmayan şeyler kirlendi. Bizi hiç etkilemeyecek, yaptıklarımızın ucu bize hiç dokunmayacakmış gibi...
***
“İklim değişikliği”, “küresel ısınma” dediklerinde hep gündem dışı, ekstra, alakasız, bizden çok uzaklarda kavramlar gibi baktık karşımızdakinin ya da ekranın suratına. İklimin değişmesi, yerkürenin ısınması sanki başka yerlerde, başka zamanlarda, başka insanları etkileyecekmiş yanılgısıyla.
Doğaya hükmettiğimizi, kurduğumuz sistemle onu kontrol ettiğimizi zannettik. Uzun vadede elde etmek istediklerimiz için, kısa vadede yaktık, yıktık, yok ettik. Rant mevzubahis olunca, çevre teferruat kaldı. GSMH ve büyüme öncelikler sıralamasında en tepeye çıkınca, ormanın yakılması ve denizin kirletilmesi en aşağılarda kaldı. Daha doğrusu, kalabilir sandık.
Ama işte bir virüs geldi ve gündemin en tepesine yerleşip bizleri bir anda alaşağı
Türk halkı koronaya karşı sıkı tedbirden yana.
Bunu gösteren, Kadir Has Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Aydın koordinas- yonunda hazırlanan saha araştırması. 26 ilde 18 yaş ve üzeri 1.000 kişi ile online (çevrimiçi) görüşmelerle gerçekleştirilen araştırmanın sonuçları bu hafta açıklandı. Zoom üzerinden bir basın toplantısıyla paylaşılan bigiler, açıkçası benim için şaşırtıcı oldu.
Bilinç yüksek
Öncelikle en çok dikkatimi çeken şey, Türkiye’de halkın zannedildiği kadar komplo teorilerine meyletmediği ve tahminlerden çok daha temkinli olduğuydu. Toplumun yüzde 41’i koronavirüsün “Çinlilerin gıda ve beslenme anlayışı” yüzünden ortaya çıktığını düşünüyor. Biyolojik silah olarak üretildiğini düşünenler ise sadece yüzde 18. Yani komplo teorileri insanları pek ikna etmiş gibi görünmüyor. Bununla birlikte, “insanların vahşi hayvanların yaşam sahalarına girmesi sonucu aradaki