Türkiye “Pençe Kilit”le Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi Suriye’nin kuzeyinde de 30 kilometre derinliğindeki bir hatta sınırı kilitlemekte kararlı. Yani nihai hedef Irak ve Suriye’de 30 kilometre derinliğinde kesintisiz bir güvenli bölge. Hem güney sınırında boydan boya terörist sızmaları ve saldırılarını önlemek hem de Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerini sağlamak açısından. Bu kapsamda Suriye’ye yönelik 5. harekât sinyali de Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından ve son MGK bildirisinde de çok net verildi zaten. Dolayısıyla her an başlayabilir. Bu anlamda en çok konuşulanların başında ise tek tek sırayla mı olur yoksa hesap toptan mı görülür gibisinden öngörüler ve tartışmalar da var. Çünkü olası hedefler belli: Kamışlı, Aynel Arap (Kobani), Münbiç ve Tel Rıfat. Bir başka deyişle, Fırat’ın doğusunda ve batısında ABD ile Rusya’nın terör örgütü PKK/YPG’yle hemhal olduğu, teröristlere kol kanat gerdiği noktalar. O nedenle de Ukrayna bataklığına saplanan Rusya’dan
TSK’nın 2016’dan bu yana ivme kazanan teröristi zarar vermeden yok etmeye dönük “önleyici saldırı” doktrini ya da terörü kaynağında kurutma stratejisi adım adım başarıyla uygulanıyor. Bu bağlamda Kuzey Irak’ta 30-35 kilometre derinliğe inilerek üs bölgeleri oluşturuldu; nihai hedef de Kandil, Sincar ve Mahmur Kampı. Ya da şeytan üçgeni. Kandil terörist başlarının karargâhı, Sincar, Irak ve Suriye’deki teröristlerin bağlantı-ikmal hattı, Mahmur ise adı kamp olan terörist devşirme merkezi. Hem de BM bayrağı altında. PKK tarafından kaçırılan, kandırılan gençler, çocuklar burada eğitilerek teröriste dönüştürülüyor. Oradan da ya Sincar’a ya Kandil’e gidiyor veya Suriye’nin kuzeydoğusuna gönderiliyorlar. Oradaki BM görevlileri de buna göz yumuyor, görmezden geliyor. Dolayısıyla, MİT ve TSK koordinasyonuyla terörist başlarından PKK/HPG’nin sözde Mahmur-Kerkük-Süleymaniye sorumlusu “Ahmet Rubar” kod adlı Mehmet Erdoğan’ın susturulması sadece
Türkiye ve Yunanistan NATO’ya aynı yıl 1952’de üye oldular. Türkiye’nin NATO üyeliği sadece siyasi değil aynı zamanda askeri bakımdan önemli bir gelişmeydi. NATO için Türkiye’nin üye olması, güney kanadında hava, kara ve deniz imkanları, güçlü silahlı kuvvetleriyle güvenilir ve eşsiz bir müttefik kazanması anlamına geliyordu. Aradan geçen 70 yılda da Türkiye, bulunduğu kritik coğrafyadaki stratejik konumuyla bölgedeki tehdit ve riskleri doğrudan göğüsleyen ilk müttefik olarak NATO’ya değerli katkılar yaptı ve yapmayı sürdürüyor. Ancak aynısını Yunanistan için söylemek mümkün değil. O, NATO’nun ortak menfaatleri ve sağlayacağı katkıdan daha çok ittifak olanaklarını özellikle Türkiye’ye karşı nasıl kendi çıkarıma dönüştürürüm, kullanırım havasındaydı, hâlâ da öyle. Dolayısıyla ABD ve NATO’nun yaptığı yardımlar sürekli tartışma konusu oldu. Hem ülkelerin coğrafi büyüklükleri, karşılıklı tehditler hem de
Rusya korkusuyla NATO’nun güvenlik şemsiyesi altına sığınmak isteyen ya da ABD’nin planı dahilinde hareket eden İsveç ve Finlandiya’nın üyeliklerine Türkiye’nin karşı çıkma gerekçesi çok açık ve net: Her iki ülkenin, özellikle de İsveç’in 1952’den beri NATO üyesi olan Türkiye’nin bekasını tehdit eden terör örgütleriyle ilişkisi, bağı, hatta iş birliği. Dolayısıyla, “Madem müttefiklik istiyorsun, önce kendine bir çekidüzen ver” diyor. Türkiye’nin bu haklı güvenlik gerekçelerine ve duruşuna İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde’nin yaklaşımı ise şu:
“NATO’daki bütün ülkelerin desteğini istiyoruz. NATO’nun önemli ülkeleri bizim arkamızda. Bizimle ve o ülkelerle iyi geçinmek, Türkiye’nin çıkarına olur.”
Ne demek bu?
Aba altından sopa göstermek. “Senin karşında toplu bir blok var. Bunun karşısında dayanma şansın yok. O nedenle de bunu kabul etmek zorundasın.”
Şu rahatlığa, küstahlığa bakar
Atatürk’ün tarih yapraklarına kazınan ilk 19 Mayıs’ı (1919), ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak amacıyla başlattığı ulusal hareketin ilk adımıdır. İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı Türk Kurtuluş Savaşı başladığı gündür.
Atatürk’ün son 19 Mayıs’ı (1938) ise “Benim şahsi davamdır” dediği Lozan Antlaşması’na göre Türkiye sınırları içinde olmayan Hatay’ın anavatana katılımı konusunda her türlü girişimde bulunabileceğini göstermek, bütün dünyaya bir mesaj vermek istediği en kritik bir başka tarihtir. Özellikle de Atatürk’ün artık ağır hasta olması nedeniyle... Çünkü günlerini yatarak ve dinlenerek geçirmesi gerekiyordu. Tam o sırada da Fransız gazeteleri Atatürk’ün ölmek üzere olduğunu yazıyorlardı. Bunlara sinirlenen Atatürk Mersin’e gitmeye karar verdi. Ve o son 19 Mayıs’ta önce Ankara’da son defa Gençlik Bayramı kutlamalarını izledi, hemen ardından da Mersin’e hareket etti, oradan da
Rusya- Ukrayna savaşı nedeniyle Türkiye’nin önemini ve değerini gören ABD yine “NATO müttefikliği ve stratejik ortaklığı” anımsarmış gibi bir rüzgar estirdi ancak o kadar. Yoksa genelde yaptıkları müttefiklik ruhuyla ve stratejik ortaklıkla asla örtüşmüyor. Aksine, yekten hasmane tutum içeriyor. Özellikle de terör örgütü YPG/PKK’ya olan sevdası ve bu bağlamdaki aleni ve sinsi faaliyetleri nedeniyle... Ki sinsilik anlamında son bir hafta içinde peşpeşe iki örnek de yaşadık. Biri ABD Hazine Bakanlığı’nın Suriye’nin kuzeyinde terör örgütü DEAŞ’tan kurtarılan ve halen büyük bir kısmı terör örgütü PKK/YPG kontrolünde olan bölgelere yaptırım muafiyeti getirmesiydi. Buna göre, Amerikan firmaları dahil yabancılar, Suriye’nin kuzeyindeki bölgelere yatırım yapabilecek. Amaç da bölgede ekonomik aktiviteyi canlandırarak DEAŞ’ın dirilmesinin önüne geçmek... Tabii yersen çünkü bu karar ne hikmetse YPG/PKK’dan arındırılan Afrin’i
Yunanistan’ın hukukçu Cumhurbaşkanı Katerina Sakelaropulu Yunan devlet televizyonu ERT’ye verdiği son demecinde ne diyor? “Türkiye ile komşuyuz ve öyle kalacağız. Komşu komşuya muhtaçtır. İlişkilerimizin sakin olduğu çok uzun dönemler yaşadık. Buna karşı çok zor dönemler de oldu. Yunanistan diyalog istediğini söylemekle çok iyi ediyor.” Nerede söylüyor bunları? Ülkesinin 1947 Paris Antlaşması’na aykırı şekilde silahlandırdığı adalardaki gezisinde. Yani uluslararası hukuk gereği asla silahlandırılmaması gereken bir yerde. Dahası, bir de hiç utanmadan, sıkılmadan oradaki silahlı askerlerin arasında objektiflere, kameralara poz veriyor ve onlara övgü yağdırıyor. Üstelik bunu demecinin son bölümündeki şu sözlerle daha da pervasızlaştırıyor:
“Her çağdaş demokratik ülkede silahlı kuvvetlerin rolü gerekli savunmayı yapmaktır. Dilerim bu hiçbir zaman gerekmez. Son dönemlerde fazla önemli olmayan vesilelerle (2020 Oruç Reis krizi) silahlı kuvvetlerimizin hazırlılık durumunu gördük.
Rusya-Ukrayna savaşında gelinen durum anlamında Putin’in Ukrayna’yı işgale başlarken 21 Şubat 2022’de yaptığı Ulusa Sesleniş ile 9 Mayıs’taki son Zafer Günü konuşmaları arasındaki ince ayar ve özellikle ton farkı kritik önemde. Çünkü Putin, Ulusa Sesleniş konuşmasında tarihte olup bitenlerden yola çıkarak, hatta tarihi çarpıtarak Ukrayna’yı işgal etmesine haklı gerekçeler ortaya koymaya çalışmıştı. Hem de oldukça saldırgan ve tehditkâr bir dille, tüm dünyaya meydan okuyarak. Son Zafer Günü konuşmasında ise farklı bir Putin görüntüsü ve söylem dozajı söz konusu. Şöyle ki Putin bu kez konuşmasında genellikle Rusya’yı, Rus halkını konsolide etmeye çalıştı. “Bizim topraklarımızı korumak için önleyici taarruz yaptık. Biz buna mecburduk” diyerek hem işgali ‘haklı savaş’ çerçevesine oturtmaya hem de verdikleri ağır kayıpların, zayiatın mantalitesini anlatmaya çalıştı halkına. Yine başta ABD ve NATO olmak üzere dışarıya dönük mesajlar da