Atatürk’ün tarih yapraklarına kazınan ilk 19 Mayıs’ı (1919), ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak amacıyla başlattığı ulusal hareketin ilk adımıdır. İtilaf Devletleri’nin işgaline karşı Türk Kurtuluş Savaşı başladığı gündür.
Atatürk’ün son 19 Mayıs’ı (1938) ise “Benim şahsi davamdır” dediği Lozan Antlaşması’na göre Türkiye sınırları içinde olmayan Hatay’ın anavatana katılımı konusunda her türlü girişimde bulunabileceğini göstermek, bütün dünyaya bir mesaj vermek istediği en kritik bir başka tarihtir. Özellikle de Atatürk’ün artık ağır hasta olması nedeniyle... Çünkü günlerini yatarak ve dinlenerek geçirmesi gerekiyordu. Tam o sırada da Fransız gazeteleri Atatürk’ün ölmek üzere olduğunu yazıyorlardı. Bunlara sinirlenen Atatürk Mersin’e gitmeye karar verdi. Ve o son 19 Mayıs’ta önce Ankara’da son defa Gençlik Bayramı kutlamalarını izledi, hemen ardından da Mersin’e hareket etti, oradan da Adana’ya geçti. Hatay konusunun en kritik döneminde, sağlığı üzerindeki olumsuz düşüncelerin neticeyi etkileyeceği düşüncesiyle, sınıra kadar otomobiliyle giderek askeri birlikleri denetleyen Atatürk, sürekli ayakta kaldı. Sağlıklı olduğunu hissettirmek için her şeyi denedi, bu arada da konuşmalarıyla Fransa’ya gözdağı verdi. Atatürk’ün bu hamlesi çok geçmeden işe yaradı. Fransa, Hatay’a kendi valisi yerine bir Türk vali atayarak iyi niyet gösterisi yaptı. Sonraki aşamada Türkiye ile Fransa tekrar masaya oturdu. Yapılan anlaşma neticesinde Hatay’ın toprak bütünlüğü ve siyasi statüsünün ortak şekilde korunmasına karar verildi. Böylece 5 Temmuz 1938’de Türk askeri Hatay’a girdi. Bu, tarihi bir dönüm noktası demekti. Ardından 2 Eylül 1938’de Hatay Cumhuriyeti kuruldu. Atatürk ölmeden önce bu gelişmeleri görme mutluluğuna erişti ama Hatay’ın Türkiye’ye katılma kararını (30 Haziran 1939) görmeye ömrü yetmedi.
***
Atatürk’ün kafasında Hatay’ın vatan topraklarına katılması konusu her zaman birinci önceliğini koruyordu. Dolayısıyla, sorunun masada çözülememesi durumunda sahada halledilmesine dönük planları da vardı. Hatta “Hatay için Fransa’yla savaşa girmeyelim” şeklinde görüş belirtenlere karşı gerektiğinde Cumhurbaşkanlığı vazifesinden istifa edip Hatay dağlarında çete reisliği yapmayı bile göze alan seçenekler dahi söz konusuydu. Bu konudaki kararlılığını da Atatürk Mersin’e giderken trende sırdaşı Kılıç Ali’ye (Hulusi Turgut’un derlediği, Atatürk’ün sırdaşı Kılıç Ali’nin anıları) şöyle anlatır:
“Hatay meselesi için Fransızlarla bir savaş durumuna gireceğiz diye İsmet Paşa gereksiz bir evhama kapılmış, telaş içindeydi. Hükümet Başkanı olarak belki de haklıdır. Fakat ben hükümeti hiçbir zaman güç duruma sokmak niyetinde değilim. Benim kararım şuydu: Cumhurbaşkanlığından istifa ederek, toplayacağım mücahitlerle birlikte sınırı geçmek! Tabii bizi bekleyen Hataylılar da, belki bazı askeri birliklerde bana katılmış olacaklardı. Bu şekilde Hatay meselesini fiilen halletmiş olacaktım. Bu hareketim karşısında tabiatıyla ve çok haklı olarak hükümet beni ve bana katılacak olanları asi ilan edebilirdi.”
Arkadaşlardan biri söze karıştı:
Paşam o zaman ne yapacaktınız?
“Haa... İşte o zaman Hatay meselesini hallettikten sonra döner, bu kez de bizi asi ilan edenleri kolundan tutup atar, yine duruma biz hâkim olurduk.”
Yani Atatürk’ün her hal ve şartta Hatay’ı ana vatanın sınırları içine alma konusundaki kararlılığı çok açık ve netti.
***
Peki, Atatürk Hatay’ı neden bu kadar önemsiyordu? Bu sadece toprak genişlemesine dönük bir düşünce miydi? Yoksa şehit kanlarıyla çizilen sınırın, yani bugün sıkça sözü edilen vatanın bekasına dönük bir hamle miydi? Bu sorunun yanıtını tarihçiler şöyle veriyor:
“Doğu Akdeniz’deki tek stratejik liman İskenderun Körfezi. Suriye, İsrail, oradan batıya doğru dönün Mısır, hiç böyle stratejik bir yer yok, hepsi dümdüz. İskenderun’un donanmanın konuşlanması açısından önemi vardır, Basra Körfezi’ne giden yollara, Doğu Akdeniz’e hâkim olma açısından çok stratejiktir. Zaten İngilizlerin Çanakkale çıkarmasından önce düşündükleri yerlerden biri de İskenderun Körfezi’ydi. Oradan yukarıya doğru gidip Ermenileri de kullanarak Ruslarla birleşmeyi de düşünüyorlardı. Hatta 1915’te yaşanan tehcir öncesinde bu tür planları vardı. Yani stratejik olarak İskenderun Körfezi’nin çok önemi var. Bir de tabii ki Türklerin ağırlıkta olduğu bir yer. Atatürk’ün ‘Binlerce yıldır Türk yurdu İskenderun’u vermeyiz’ diye sözü var zaten. Fransızlarla yapılan Ankara Anlaşması’nda (20 Ekim 1921) öncelikle bu gündeme getirildi. O anlaşmada İskenderun ve Antakya sancaklarında resmi dil Türkçe maddesi konuldu. İleride oraya el atmanın uygulamasıydı o. Bilahare de ele geçirildi.”
***
Bugün yaşanan Mavi Vatan mücadelesindeki kritik konumuna bakıldığında İskenderun Körfezi’nin elde olmasının Türkiye’ye ciddi avantaj sağladığı çok açık. ABD’nin Irak’a ve Suriye’ye müdahalesinden sonra Türkiye’nin güney sınırlarında Akdeniz’e ulaşması hayalini kurduğu terör devletçiği, koridoru ve Rusya-ABD rekabeti nedeniyle Hatay’ın Doğu Akdeniz bölgesindeki stratejik önemi de çok daha hayati bir nitelik kazanmış durumda. Dolayısıyla, yaşamının son günlerinde dahi Hatay’ın tekrar Türk toprağı olması için mücadele veren Atatürk’ün ne kadar ileriyi gören bir lider olduğunu daha da iyi anlıyoruz. Hele de savaşla değil, tamamen diplomatik başarıyla yeniden topraklarımıza katılan Hatay üzerine şimdilerde oynanan kirli oyunları gördükten sonra. Kısacası, Atatürk’ü iyi okumak, anlamak ve dersler almak şart...