TSK’daki FETÖ temizliği kapsamında Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın verdiği bilgiye göre, 150’si general ve amiral olmak üzere 15 bin 153 personel ordudan ihraç edildi. Tabii bu rakamlar şimdilik çünkü 3-4 bin civarında da açığa alınıp, haklarındaki idari ve adli işlemleri sürenler var. Dolayısıyla yeni ihraçlar da yolda. Dahası Fetömetre ya da başka yöntemlerle ordu içindeki kripto FETÖ’cüleri açığa çıkarma çalışmaları da devam ediyor. Yani FETÖ temizliği konusunda daha alınacak çok yol var. Örneğin Hava Kuvvetleri Komutanlığı eski Başsavcısı emekli Albay AhmetZeki Üçok, ortaya çıkan rakamlara bakıldığında henüz
TSK’daki FETÖ’cülerin yüzde 20-30’unun çözüldüğünü ancak önümüzdeki günlerde bu temizliğin biraz hızlanacağını söylüyor. Niyesini de şöyle açıklıyor:
“FETÖ’cüleri en hızlı ve oran olarak en yüksek tespit Deniz Kuvvetleri’nde. Bu da Fetömetre sayesinde. Mesela bu Fetömetre’nin tespit ettiği kişiler bir süre sonra savcılıkların ankesörlü telefon soruşturmasında ortaya çıkardıklarıyla örtüşüyor. Yani Fetömetre hem hızlı hem de doğru bir sistem.
Kara Kuvvetleri’nde de FETÖ’cüler tespit ediliyordu ama yöntem yavaş işliyordu. Çünkü sicil amirlerinin sicil notlarının
Türkiye ile ABD’nin mutabık kaldığı yol haritası uyarınca, Menbiç’te ortak devriye dönemi nihayet başladı. Daha doğrusu, Fırat’ın doğusuna başlayan topçu atışlarıyla Türkiye’nin kararlılığını gören ABD, bu adımı atmak zorunda kaldı. Tabii bunda Kaşıkçı cinayeti ve sonrasında yaşanan gelişmelerin de payı var. Çünkü Türkiye’nin elindeki kozlar nedeniyle hem YPG’ye maddi destek sağlayan Suudi Arabistan hem de her ikisine hamilik yapan ABD açısından sıkıntı söz konusu. Ancak tüm bunlara rağmen Menbiç merkezindeki YPG’lilerin ABD’nin kendilerine verdiği ağır silahları teslim ederek, bölgeden çekilmeleri konusu ise hâlâ flu. Yani ABD hâlâ samimi değil. Özellikle de Fırat’ın doğusuna yönelik niyeti düşünüldüğünde. Dolayısıyla da şimdilerde Menbiç’te birlikte devriye görevi yapan Türk ve ABD askerlerinin Fırat’ın doğusunda karşı karşıya gelme olasılığı var. Ki Fırat’ın doğusundaki ABD askerlerinin kuzeye, Türkiye sınırına yönlendirildiğine dönük bilgiler de geliyor... Açıkçası, ABD YPG/PKK’ye desteğe alenen devam ediyor. Hem de Türkiye’nin olası bir harekâtında teröristlere kalkan olma pahasına... Peki, bu durumda Türkiye ne yapacak ya da yapmalı? Soruya eski Genelkurmay İstihbarat
Fırat’ın doğusunda bir oldubittiye ve terör devletine asla göz yummayacağını ısrarla dile getiren Türkiye, bu kararlılığını İstanbul’daki dörtlü zirvede de liderlere açık açık anlattı. Hemen sonrasında Zor Mağar’daki PYD/YPG’li teröristlere yönelik topçu atışlarıyla da ne kadar ciddi olduğunu gösterdi. Ki, bu dün de devam etti.Dolayısıyla da bu atışları Cumhurbaşkanı’nın sözünü ettiği olası harekâtın işaret fişeğiydi diye nitelemek daha doğru... Tabii bunun bir de ABD’ye dostça mesaj boyutu var. O da şu: Terör örgütü ve teröristleri desteklemekten vazgeç. Biz ciddiyiz, istediğimiz zaman kara harekâtına başlayabiliriz...
Yani artık ABD’ye rağmen harekât olur mu olmaz mı aşamasını geçtik, yekten uygulama için geri sayım noktasındayız. Hem yarattığı tehdit hem de zamanlama açısından. Niyesini emekli tuğgeneral, Dr. Naim Babüroğlu anlatıyor:
“Fırat’ın doğusu coğrafi bütünlüğü tehdit eden ana hedef. Fırat’ın batısında bir Menbiç var. Menbiç’te de zaten beraber devriye faaliyeti yapılacak, dolayısıyla da oradaki tehdit de ortadan kalktı. Ne kaldı? Fırat’ın doğusu. Yani Türkiye’ye sınır 550-600 kilometrelik hattaki 70 bin PKK/PYD gücü. Buna Türkiye sessiz kalırsa... Bu teröristler ABD’nin
Bugün çifte gurur ve mutluluk var. Hem Türkiye Cumhuriyeti’nin 95. yılını kutluyoruz hem de böylesine anlamlı bir günde tamamlandığında, dünyanın en büyüğü olacak İstanbul Yeni Havalimanı’nın açılış sevincini yaşıyoruz. Dolayısıyla Atatürk’ün ‘en büyük eserim’ dediği Cumhuriyetimizi ve nereden nereye geldiğimizi irdelemekte yarar var. Çünkü sıkıntılar ve yokluklarla dolu mucizevi bir varoluş destanı bu... 1920’li yılların Ankara’sını İpek Çalışlar, “Mustafa Kemal ATATÜRK, Mücadelesi ve Özel Hayatı” kitabında anlatıyor:
“....Devlet binaları sayılıydı. Hepsi Ankara taşı olarak bilinen pembe mor renkli yerel andezit taşı ile inşa edilmişti... En iyi mekan Maarif Vekaleti’ydi. Gösterişli taş binada Matbuat Umum Müdürlüğü ile Öğretmen Okulu faaliyet göstermekteydi. Bu bina bir süre yeri yurdu olmayan Meclis üyelerine yatakhane vazifesi gördü. Yüz lira aylıklı mebuslara kalacak yer bulunamadığı için Muallim Mektebi’nin koğuşlarına yan yana yer yatakları dizildi.
Vekalet diye anılan kurumların kadrosu birkaç müdür, katip ve odacıdan; mobilyası üzeri çuhasız masa ve kırık iskemlelerden ibaretti. Bazılarının mürekkep hokkası fincandı. Vekillerin yabancı konukları kabul edecek siyah
Cesedi hâlâ bulunamayan Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesiyle ilgili en baskın varsayım ne? Muhalif duruşu ve Washington Post’taki yazıları Suudi Prensi Muhammed bin Selman’ı kızdırınca hakkında ölüm kararı alındı. Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğu’ndaki tuzakla da Kaşıkçı hakkındaki bu karar Riyad’dan gelen “özel ekip” tarafından sorguda infaz edildi. Hatta infaz anında Riyad’la görüntülü bağlantı da kuruldu. Böylece de istihbaratçılara göre, Suudiler bu gibi “derin” operasyonlar açısından büyük hata yaptı ve yekten dinlemeye takılan kayıtlı delil bıraktı. O kayıtların da CIA ve büyük olasılıkla MİT’in elinde olduğu malum. Tabii buna bağlı olarak Suudilerin nasıl çözüldüğü de. Çünkü ilk başta Konsolosluğa gelip gittiğini söyledikleri Cemal Kaşıkçı için daha sonra “Çıkan arbedede öldü” dediler. Şimdi ise soruşturmayı yürüten Suudi savcının “Bu planlı cinayet” açıklamasıyla hepten itiraf noktasına geldiler... Ancak hâlâ sır olan iki şey var. Biri, Kaşıkçı’nın cesedi. Diğeri, böyle bir vahşiliği gerçekte neden yaptıkları. Ya da Kaşıkçı’yı niye susturdukları. İlki cinayetle ilgili kriminal soruşturmanın tamamlanması, ikincisi ise tetikçi ya da üzerine suç yıkılanın değil gerçek
Cemal Kaşıkçı’nın anlık bir hadise değil, planlı bir operasyon sonucu öldürüldüğü ve emri kimin verdiği açık. Dolayısıyla da Suudi yönetimi için şu andan sonra tek çıkış yolu gereğini yapmak. Çünkü “Prens masalları” ya da meseleyi birkaç güvenlik ve istihbarat mensubunun üzerine yıkar, kapatırız gibi manevraları artık kimseye yediremez. Hele de Kaşıkçı’nın infaz anı görüntü ve ses kayıtlarının varlığı konuşulurken... Ve de tüm dünya merakla o kaydı beklerken... Yani deşifre olmanın devamı var ve Suudi yönetimi her an daha fazla köşeye sıkışabilir. Nitekim Trump da bunun farkına vardı ve ilk andaki “İkna oldum” açıklamasından çark ederek, “Suudilerin başlangıçta oluşturdukları mefhum çok kötüydü. Kötü şekilde uygulanmıştı. Üzerinin örtülmesi çabası bugüne kadarki en kötü örtbas girişimiydi. Bu fikir kimin aklına geldiyse başı büyük belada, olmalı da” sözleriyle tam aksi bir görüntü verdi. Ki bunun dozajı CIA Direktörü Gina Haspel’in Ankara temaslarından sonra vereceği rapor doğrultusunda daha da artabilir. Dolayısıyla, bu noktada kafa karıştıran kritik detay da şu:
CIA bunları baştan bilmiyor muydu? Ya da biliyordu da duyulmasını istemediği bazı bilgilerin MİT’te de olduğunu
Cemal Kaşıkçı’nın infazındaki pervasızlık, olayın örtbas edilme çabasıyla bir kez daha pik yapmış durumda. Hem de yine insan aklıyla dalga geçercesine. Şöyle ki; daha önce Kaşıkçı için binadan ayrıldı diyen Suudi Arabistan sıkışınca “konsoloslukta çıkan arbedede öldü” açıklaması yaptı, buna da anında Trump’tan “güvenilir buldum” yanıtı geldi. Hemen sonrasında da diğer müttefikler Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Yemen, Suudi Arabistan’ın yanında saf tuttu. Yani daha Kaşıkçı’nın cesedi ortada yok, tek parça mı, ya da nasıl, kim tarafından öldürüldüğü belli değil ama Trump ve müttefikleri ikna (!) olmuş havasındalar. Dolayısıyla da tam anlamıyla “şıracı, bozacı” hikayesi gibi bir durum söz konusu. Üstelik de Suudi yetkililerin Cemal Kaşıkçı’yı yakalamak üzere kendi aralarında yaptıkları görüşmelerin CIA’nın dinlemesine takıldığının bilinmesine rağmen... Tabii Trump biliyorsa ya da ne kadarından haberdarsa? Çünkü bu dinlemeyle bağlantılı olarak CIA’nın Kaşıkçı’nın öldürülmesine göz yumduğu, ABD isteseydi Türkiye’ye haber verirdi veya bu adamı uyarır, “gitme oraya” derdi gibisinden “derin” senaryolar var. Hatta daha “derinleri” de... Örneğin dün konuştuğum bir istihbarat
Arapsaçına dönen Cemal Kaşıkçı olayının iki boyutu var. Biri henüz resmen açıklanmayan cinayet ve detayları, diğeri böylesine pervasızca yapılan bir infazın bağlantıları. O nedenle de sadece kriminal soruşturmayla, yani Kaşıkçı’nın akıbeti ve Suudi infaz timini somutlaştırmakla düğümü çözmek zor. Özellikle de bu eylemde başka ülkelerin parmağının da olabileceği düşünüldüğünde... Çünkü Suudi Arabistan’ın ekonomik gücü ve Ortadoğu politikasındaki yeri üzerine pek çok hesap var. Dolayısıyla da Suudi gizli servisinin imkân ve kabiliyetini aşan başka “derin” bağlantılar olasılığı da yüksek. Tabii bu noktada akla ilk gelenler de malum şüpheliler ABD ve jandarması İsrail. Evet, Trump böyle bir olayın kabullenilemeyeceği ve sonuçlarının ağır olacağı gibisinden oldukça sert açıklamalar yaptı ama Suudi Arabistan’la olan ekonomik ve siyasi çıkar ilişkileri dikkate alındığında buna ne kadar cesaret edeceği ya da dozajı konusunda soru işaretleri var. Dahası, Suudi yetkililerin Cemal Kaşıkçı’yı yakalamak üzere kendi aralarında yaptıkları görüşmelerin CIA’nın dinlemesine takılması ve buna rağmen ABD’nin müdahale etmemesi gibi garip bir durum da söz konusu. Hatta Kaşıkçı’nın CIA ajanı olduğuna