Ülkede seçim sonrası yaşanan gergin süreç özellikle Cumhur-başkanı’nın son çağrısıyla sakin bir döneme doğru giderken dün Ankara’da Kılıçdaroğlu’na yapılan çirkin saldırı yine aksi yönde tetikleyici bir unsur oldu... Dolayısıyla da bu skandal olayı sadece şehit acılarının yol açtığı doğaçlama bir tepki olarak görmek mümkün değil. Evet, bir süredir siyaset arenasında karşılıklı sarf edilen sözler ve nefreti körükleyen bazı yayınların hassasiyetleri uyarması söz konusu ancak bu olay patlak vermesinden devamına kadar sanki gizli bir el huzuru alttan alta kaşıyor havasında. Hem de fazlasıyla… Çünkü sözlü sataşmalarla başlayan tepkiler bir anda kitlesel bir protesto gösterisine, hatta linç psikolojine dönüşüyor. Üstelik de devletin jandarması, özel harekâtı, çevik kuvvetinin bulunduğu bir ortamda. Yani bu olay geçmişte de örneklerini yaşadığımız gibi baştan sona provokasyon kokuyor. Nitekim olaya el koyan devletin savcıları da organize provokasyon olasılığı üzerinde duruyor. O nedenle de öncelikle bunların kim ya da kimler olduğunun ortaya çıkarılması şart. Bu da devletin en acil görevi. Bu noktada siyasiler başta olmak üzere herkesin yapması gereken ise soğukkanlı olmak ve duyarlı
Bölücü terör örgütü PKK’ya dönük yurt içi ve dışında amansız mücadele veren Türkiye teröristlerin adımlarını takip ediyor, buluyor ve etkisiz hale getiriyor. Mücadelede gelinen durum itibarıyla da terör örgütünün Türkiye’deki mevcudiyeti çok aşağılara düştü. Bu arada dağa çıkış da azaldı. Ancak sözde stratejik ortak ABD’nin terör örgütünün Suriye’deki kolu YPG’ye verdiği destek nedeniyle yanı başımızdaki beka tehdidi devam ediyor. Aslında buna ABD’nin ta 1990’lı yıllarda başlayan Ortadoğu’daki stratejik yönelimi istikametinde gelişen kirli tezgâhın evrilmesi de denilebilir. Çünkü daha önceleri PKK’ya gizli yapılan destek bugün harf değişikliği yutturmacasıyla aleniyete, hatta resmiyete dönüşmüş durumda. Yani PKK eriyor ama türevi YPG palazlandırılıyor. Dahası, şimdilerde CIA kaynaklı yeni senaryo iddiaları da söz konusu. Örneğin, IŞİD’le savaşan YPG/PKK’lı teröristlerin Türkiye’ye yönlendirilmesi, uyuyan hücre taktiği ya da PKK’nın yine harf değişikliğiyle başka bir kimliğe dönüştürülmesi gibi. Dün bu konuları MİT eski Müsteşar Yardımcısı Cevat Öneş’e sordum. Öncelikle de ABD’nin PKK ile YPG’nin farklı olduğu iddiasını ve ısrarını. Yanıtı şuydu:
“ABD’de farklı olmadığını biliyor
Ekrem İmamoğlu mazbatasını aldı, şimdi sıra seçimin yenilenmesi için AKP’nin YSK’ya yaptığı olağanüstü itiraz başvurusunun nasıl sonuçlanacağında. Dolayısıyla da yüksek tansiyon durumu devam ediyor. Çünkü olağanüstü itiraz dilekçesinde bir seçimde gerçekten olmaması gereken işlerin olduğu iddiaları var ve eğer böyle bakılırsa, seçimin iptali için yeterli neden vardır denilebilir. Ancak buna karşı olmaması gerektiği halde olmuş ama ne kadar organize ve sonuca ne kadar tesir ediyor ya da seçimin sağlığını ne kadar etkiliyor diye sorduğunuzda o zaman yorumla başka bir sonuca varmak da mümkün. Ki buna örnek teşkil edecek daha önceden alınmış bazı kararlar da var. Yani çok hassas bir konu. Dolayısıyla da YSK’nın işi gerçekten çok zor... Alınacak karar bir tarafı mutsuz, diğer tarafı mutlu edecek. Bu noktada en önemlisi de öncelikle kamu vicdanının tatmin olması. Hele de mazbata verildikten sonra... O nedenle de YSK’nın kılı kırk yararak ve haklı gerekçelerini bularak bir an evvel hem hukuki olarak hem de kamuoyu vicdanında bu konuyu sonuçlandırması ülkenin rahatlaması açısından son derece önemli. Hangi karar olursa olsun...
Ancak bu da YSK açısından oldukça sıkıntılı ve zor sürecin bir
ABD’nin NATO’daki ağırlığı ve etkinliği malum. Ancak, Türkiye’ye karşı S-400’ler konusunda işi öyle abarttı ki, yekten patron havasına girdi. Ve “Türkiye seçimini yapmalı ya NATO ya S-400” gibisinden tehditler savurmaya başladı. Hem de Türkiye’nin NATO’dan ihraç edilmesinin olası olmadığını ve Türkiye’yi örgütten ihraç edecek herhangi bir mekanizmanın varlığından da söz edilemeyeceğini bilmesine rağmen. Yani bir tarafta üye devletlerin halklarını, topraklarını korumak amacıyla kurulan 70 yıllık NATO ve görünürde özerk yapısı, diğer tarafta ise kağıt üstünde ittifakın 29 üyesinden biri olarak bilinen ABD’nin pervasızlığı gibi garip bir çelişki söz konusu.. Ki bu sadece Türkiye değil ittifakın üyesi AB ülkeleri için de geçerli. Çünkü onlar da Amerika’ya artık ne kadar güvenebileceğini sorgulama ve kendi güvenlik sistemini kurma noktasındalar. Dolayısıyla da NATO’da müttefiklikten ziyade ABD’nin patronluğundan söz etmek daha gerçekçi. Nasılını ve niyesini 1998-2001 yılları arasında Belçika’daki NATO karargâhında görev yapan emekli tuğgeneral Dr. Naim Babüroğlu anlatıyor:
“Küresel güç ABD NATO savunma bütçesinin yaklaşık yüzde 60-70’ini tek başına veriyor. Böyle bir katkı yaptığı
S-400 alımından vazgeçmesi için Türkiye’ye F-35’leri vermeme şantajı yapan ABD şimdi de “S-400’lerin aktif olduğu bir yerde F-35’lerin aynı anda uçması mümkün değil” gibisinden güvenlik ve teknik gerekçeler öne sürüyor. Yani ABD, bağımsız bir ülke olarak Türkiye’nin aldığı kararı, daha doğrusu Rusya’nın Türkiye’ye yakınlaşmasını engellemek için elinden geleni yapıyor. Ki ABD Dışişleri Bakanı Pompeo da bunu yekten söylüyor. Hatta müttefiklik ve diplomatik teamüllere hiç de uygun olmayan tehditvari bir üslupla. Dahası, ABD Başkan Yardımcısı Pence de “Türkiye seçimini yapmalı; ya NATO ya S-400” sözleriyle ABD’nin hasmane tavrını çok net ortaya koydu. Son olarak bunlara ABD’nin Türkiye büyükelçi adayı da eklendi. Tüm bunlara karşı NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in S-400’lerle ilgili açıklaması ise malum:
“İttifak ülkeleri silah alımı konusundaki kararlarını bağımsız alırlar.”
Yani bu NATO’yu ilgilendirmez, dolayısıyla da NATO açısından tehdit falan da söz konusu değil. Dün bu durumu Hava Kuvvetleri’nde Üs Komutanlığı, Lojistik Komutanlığı’nın da aralarında bulunduğu pek çok kritik görevde bulunan emekli bir generale sordum. Öncelikle de S-400’lerin NATO açısından tehdit olup
ABD ilk kez başka bir ülkenin ordusunu “terör örgütü” kapsamına aldı. Yani ABD’ye göre, 150 binden fazla askeri olduğu tahmin edilen kara, hava, deniz ve füze birimlerine sahip İran Devrim Muhafızları’nın El Kaide ya da DAEŞ’ten farkı yok. Bu bağlamda da ABD’nin kararı kadar, böyle bir kararın pratikte nasıl geçerli olacağı ya da kimi, nasıl etkileyeceğine dönük pek çok karmaşık nokta var. Çünkü doğrudan İran’ın dini liderinden emir alan Devrim Muhafızları sahip olduğu askeri gücün yanı sıra elinde bulundurduğu iktisadi kurumlarla da İran dış politikasını, gelir kaynaklarını ve stratejik harcamaları kontrol ediyor. Tabii bu da başta AB üyeleri olmak üzere pek çok ülkeyle ticari anlamda bağlantı anlamına geliyor. Ki Trump’un onlara dönük de gözdağı oldu. Dolayısıyla da bir yanda yıllardır terör bahanesiyle Afganistan, Pakistan, Yemen ve Suriye’yi vuran ABD’nin bu halkaya İran’ı da ekleme hamlesi, öte yanda ticari anlamda pek çok ülkenin ayağına basma durumu söz konusu... Neler olabileceğini Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski Başkanı, Em. Korg. İsmail Hakkı Pekin anlatıyor:
“ABD terör kılıfıyla, terör tehdidiyle mücadele yolu açıyor. Devrim Muhafızları İran’da ana güç. Para, modern,
ABD’nin Türkiye’ye S-400 ve F-35’lerle ilgili hasmane tavrı doğrudan Fırat’ın doğusu ile Menbiç konusundaki politikalarının da dışa vurumu. Nitekim ABD Dışişleri bakanı Pompeo’da “Türkiye’nin Suriye’ye yapacağı olası bir hamlenin yıkıcı sonuçları olur” gibisinden diplomatik teamülleri aşan gözdağı havasındaki sözleriyle bunu çok net ortaya koydu. Yani ABD’nin asıl derdi füze bahanesiyle kendi elleriyle besleyip eğittiği ve silahlandırdığı Fırat’ın doğusundaki terör örgütü PYD/PKK’yı koruyup kollamak. Dolayısıyla da ABD’nin hem S-400 hem de Fırat’ın doğusuna dönük bir orta yol bulalım şeklinde bir niyetinin dahi olmadığı çok açık. Bu da artık kendi göbeğini kendini kesmek anlamına geliyor. Ki Türkiye’de bunun farkında ve askeri kaynaklara göre de Türkiye’nin bu konuda birden fazla seçeneği bulunuyor. Bunların başında da öncelikle geçici olarak Türkiye sınırına taşınan Süleyman Şah Türbesi’nin Menbiç yakınındaki eski yerine konuşlandırılması var. Çünkü orası uluslararası anlaşmalar gereği Türk toprağı ve bu BM 51. maddesinin Türkiye’ye tanıdığı bir meşru müdafaa hakkı. Bu bağlamda da an itibariyle iki farklı seçenek söz konusu. Birisi daha önce bizim de yine askeri kaynaklara
Kâğıt üstünde ABD ile Türkiye müttefik, hatta stratejik ortak. Aynı ittifakta, yani NATO’da yer alıyorlar. Aynı ittifakta yer alan iki ülke de doğal olarak müttefik olarak adlandırılıyor. Çünkü ittifakın 5. maddesi üye ülkelerden birine saldırı olursa tüm üye ülkelere yapılmış sayılır diyor. O nedenle de hem ABD hem Türkiye hem de üye diğer ülkeler olası tehditleri bertaraf etmek için NATO kuvvet havuzuna asker ve silah tahsis ediyorlar. Yani birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için durumu söz konusu... Dolayısıyla da bu açıdan baktığınızda ABD ile Türkiye ve aynı ittifakın şemsiyesi altında bulunan toplam 29 üye ülke NATO kapsamında müttefik. Hatta daha iki üç gün önce NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı’nda ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Hutchison, “Türkiye çok önemli bir müttefik, onlar NATO görevlerinde ağır bir yükü üstleniyor” dedi. Tabii bunların hepsi, yersen... Zira kâğıt üstündeki bu kavramlar ve diplomatların sıkça dillendirdiği cafcaflı laflar asla gerçeği yansıtmıyor. Özellikle de NATO’nun patronu konumundaki ABD’nin bırakın müttefikliği, açıkça hasmane tavrı dikkate alındığında... Nasılını 1998-2001 yılları arasında Belçika’daki NATO karargâhında görev yapan emekli