Şu ülkede kadınların başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Siyasetçisinden, modacısına herkes kadının ne yapıp, yapmaması gerektiği üzerine açıklamalarda bulunuyor. Türk modasının önemli isimlerinden Cengiz Abazoğlu da, ben dahil pek çok kadını çileden çıkaracak bir açıklama yaptı.
Ünlü modacımız diyor k:
“Miniler, 30 yaşına gelmiş bir kadının gardırobundan kalkmalı. Vücudu ne kadar mükemmel olsa da 35’ten sonra bikiniye de veda edilmeli.”
Bu talihsiz diye adlandırılabilecek açıklama için söylenebilecek bir tek laf bulabiliyorum; “Nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça!”
Konuyu eviriyorum çeviriyorum, yok olmuyor, tutarsızlık ve ahmaklığın ötesine geçmiyor.
Düşünsenize genelde orta yaş ve üzeri kadınlarımıza düğünler ağırlıkta olmak üzere davetler için tuvalet (gece elbisesi) hazırlayan modacımız aynı yaş gruptaki kadınlar için mini etek giymesinler, bikiniye veda etsinler diyor.
Tayyör mü giyelim?
Bu ne biçim bir tutarsızlıktır çözebilmiş değilim. Mini etek giyemeyen kadının assolist kıvamında abartılı tuvaletlerin içinde işi ne? Madem “Yaş 30 iş bitmiş”, oldu olacak her daim sadece döpiyes, tayyör giyelim!
Abazoğlu da bundan sonra sadece “Genç kadınların modacısı2 olsun. Çünkü kendisinin koyduğu “giyilmez” kriterlerinden yola çıkacak olursak, gene kendisinin tasarladığı türde elbiselerde giyilemeyecekler sınıfında yer almak durumunda. Cengiz Abazoğlu’nun “başı belada.”
Acaba ne giydirecek bundan sonra 30’u aşmış kadınlara?
Üstelik bir de, “Vücudu ne kadar mükemmel olursa olsun, 35’ten sonra bikiniye de veda edilmeli” diyor.
Yer çekiminin katkıları ile kendine bakmamış ve vücudu deformasyona uğramış kadınlarımız çevrenin göz zevkini bozmamak için bikiniye veda etsinler diyor olsa, kısmen anlamlı bulacağım.
Gerçi bu da bir nevi kişisel haklara tecavüz oluyor. Sadece güzel ve genç insanların yaşamaya hakkı var gibi bir sonuç çıkıyor ki bu da ırkçılıktan hallice bir yaklaşım.
Nedir bu biz kadınların çektiği?
Zaten özgürlüklerimizi zar zor edinmişiz. Şimdi gelmiş birileri onu bunu bahane ederek özgürlüklerimizi elimizden almaya çalışıyor. Kadın ister 20’sinde olsun, ister 40’ında, ister fit olsun, isterse değil hiç fark etmez; canı ne isterse giyebilmeli.
Bırakın hiçbir şey insanların içinde kalmasın.
Birey kendini nasıl ifade etmek istiyorsa öyle ifade etsin, ona göre yaşasın, ona göre giyinsin.
Sizin hoşunuza gitmiyorsa olgun bedende mini etek, o tarafa bakmama hakkına sahipsiniz. Kendi göz zevkiniz için başkalarının özgürlüklerini kısıtlamaya kalkmak da neyin nesi?
Toplum baskısı
Tüm bunların sonucunda bize empoze edilenler sayesinde kendi özgürlüklerimize kısıtlamalar getiriyoruz. Özgürlüklerimizi kendimize gereksiz sınırlar koyarak yok ediyoruz.
“30’unu geçen bikini giymemeli. Anne oldum artık eskisi gibi olamam. Bu yaştan sonra kariyer yapmam mümkün değil. Kendi işimi kurmak için çok geç kaldım” gibi kendi kafamızda, gerçekte olmayan sınırlar çiziyoruz.
Cengiz Abazoğlu örneğinde olduğu gibi de bize empoze edilen kısıtlamalar önce toplum baskısı haline geliyor. Sonra bu baskının sonucu otosansürlerimiz başlıyor. Bir bakıyorsunuz artık mini etek giydiğinizde (yakışsa da, yakışmasa da) huzursuz oluyorsunuz. Çaktırmadan özgür düşünme ve yaşama kapasitemiz elimizden gidiyor.
Son sözüm: Özgürlüğüme göz dikmeye kimsenin hakkı yok!
İnsanoğlunun ruhuna olan mutasyon
Yolun yarısını geride bırakıp 35’lerime dayandığımdan mıdır nedir, olmadığı gibi görünen kimvarsa, o insanlara tahammül edemiyorum artık.
Gerçeğine on basan hayat hikayeleri dinlemekten yoruldum.
Tüm insanların eşsizliğine, herkesin içinde bir potansiyel barındırdığına inansam da egosu şişko olanlara ve biri beş yapıp satanlara dayanamıyorum.
Tercihimi “Adam yerine konanlardan değil, adam olanlardan” yana kullanıyorum.
Küçük dağları ben yarattım’cılardansa, gerçekte neyse o olanların peşindeyim.
Haydi kendi apoletini kendi takıp ortalıkta gezinenleri hoş karşılayalım desem, bu sefer de bunları adam yerine koyanları anlamıyorum.
Eleştiriye tahammül edemeyip etrafındaki her şeyi ve herkesi yargılayan, eleştiren insanların bu adaletsizliğine de akıl sır erdiremiyorum.
Kendisi gibi olmayan herkesi ötekileştirmeye çalışan insanların kendilerine aşık, narsist insanlar olduğunu düşünüyorum.
Kendi kimlikleri ile var olmaktansa unvanları, işleri, koltukları ile var olma çabasında olanları “Kendini tüketen kayıp insanlar” olarak görüyorum. Kendine aşık olanlar kadar kendini sevmeyen insanlara da rastlıyorum.
Kendimizi sevme dozumuzu ayarlayamadığımız gibi başkalarını da sevmeyi beceremiyoruz.
İnanın bana tüm bunlar kumardan, madde bağımlılığından, şiddetten bile daha tehlikeli. Hani derler ya, “Bütün kötülüklerin altında işte bunlar yatıyor.”
Üstelik bir salgın hastalık, virüs gibi de gitgide hızla yayılıyorlar.
Dünyanın sonu gelecek, doğal kaynaklarımız tükeniyor vs. diye endişeleniyoruz da bir durup insanoğlunun ne hale geldiğine bakmıyoruz.
Ruhlarımız resmen mutasyona uğramış durumda.
Sigmund Freud’un harika bir şekilde özetlediği gibi de “Kitleler asla gerçeğin peşinde koşmamıştır. Yanılsamalar isterler ve yanılsamasız yapamazlar. Gerçek olmayanları gerçeklerin üstünde tutarlar; gerçeklerden çok gerçek olmayanların etkisinde kalırlar. Bu ikisi arasında ayırım yapmama eğilimi oldukça yüksektir.”
Durum bundan ibaret.
Haftanın sözü:
Yediğin gole ağlamayı bırak, gol at.
Abdi İpekçi