Kanada’dan sürgün edilmiş bir baba. Öğretmen bir anne. Yıl 1847.
Amerikan taşrası Ohaio’da bir bebek doğuyor. Evin yedinci çocuğu. Ona amcasının ismi Thomas veriliyor. İkinci isim olarak da Alva.
Thomas, çok meraklı bir çocuktur. Sürekli etrafta bulduğu oyuncaklarla deneyler yapar. Bir gün annesine “civcivlerin nasıl ortaya çıktığını” sorar? Annesi kuluçkayı tarif eder. Birkaç gün sonra Thomas ortadan kaybolur. Aradıklarında, ahırda birkaç yumurtanın üzerine oturmuş, onlardan civciv çıkarmaya çalışmaktadır!
Thomas’ın diğer çocuklardan farkı, ilginç sorular sormaktan öte sorularının cevaplarını bulmak için deneyler de yapıyor olmasıydı. Onun bu deneyci merakı, sık sık başını belaya sokmuyor da değildi. 6 yaşındayken bu küçük deneylerinden birinde babasının ambarını yakıp küle çevirmişti. Bu olaydan sonra keskin merakı kasabada efsane haline gelmişti!
Okul zamanı geldiğinde, büyük bir merakla hayatının yeni dönemine hazırdır. Yeni şeyler öğrenecek, yeni insanlar tanıyacak, yeni deneyler yapacaktır. Öğrenmek maceradır onun beyninde. Okula yazılmasıyla, bu hayalleri derin bir hayal kırıklığına dönüşür. Bir sırada oturup, pasif bir şekilde ilgi duymadığı şeyleri dilemesi istenmektedir. Çelimsiz vücudu, yarı işitme kaybı bulunan kulakları, geçirdiği çocukluk hastalıkları da eklenince, iyice derslerden kopar Thomas. Okulu değil, deneyleri sevmektedir.
Okula başlamasından üç ay sonra öğretmenleri, ailesini çağırır. Yüzleri asıktır. Boğazını temizleyerek konuşmasına başlar müdür, uzun uzun başarısızlıklarını anlatır. Anne çocuğunun daha yolun başında olduğunu, ileride düzelebileceğini anlatmaya çalışır. Okul yöneticisi kendiniz tutamaz ve “Bakın beni anlamıyorsunuz, oğlunuzun beyni çürük” der! Thomas bu konuşmayı duyar ve çok üzülür.
Anne, kalkar, çocuğunu alır ve okuldan çıkarlar. Anne, öğretmendir. Alır Thomas’ı karşısına, “Ben seni çalıştıracağım, okuma yazmayı öğreteceğim sana. Eğer sen de kendi iradenle çıkardığımız ödevlerini yaparsan, okula gitmeden seni yetiştirebiliriz” der. Thomas sevinç çığlıkları atar, annesine sarılır ve çok çalışma sözü verir.
Böylece “home made dahi” yetiştirme programı başlar. Hızla okuma yazmayı öğrenir. Dokuz yaşında hayatı boyunca rehber edineceği Shakespeare’i bitirir. 15 yaşında evin bodrumunda küçük bir matbaa makinası koyup, gazetesini çıkarmaya başlar. Bir yandan da deneysel çalışmalarına devam eder. Bir dönem telgraf üzerine yoğunlaşır. Dönemin en büyük telgraf şirketinde çalışmaya başlar.
Birkaç yıl sonra işinden ayrılır, taşradan New York’a taşınır. Birkaç arkadaşıyla, bir araştırma laboratuvarı kurar. Artık hayalindeki hayatın otobanına çıkmıştır. Yapmak için doğduğu şeyi, profesyonel bir iş olarak yapabilecektir.
Sonuçta, ampulden, sinemaya, teksir makinesinden, fonografa dünya çapında ses getiren devasa icatlar yapar. 84 yaşındayken, 1093 üncü patent başvurusunu yapar. Aynı yıl, yani 1931’de hayata veda eder. Onun adı Thomas Alva Edison’du. Işığı görmemizi sağlayan adamdır.
Edison’un hikâyesini üniversite ve liselerde Avrupa Birliği destekli “genç pozitif liderler” projesi yapmakta olduğum için yazdım. Gözlemlediğim talihsizlikler ilham verdi. Öğretmenlere hatırlatmak istedim; her çocuk tektir. Görmesini bilen için, her çocukta bir potansiyel saklıdır. Anne-babalara hatırlatmak istedim, çocuklarınızın elinden değil aklından tutun! Ve sevgili çocuklar, hiç kimse size ne yapabileceğinizi, ne yapamayacağınızı söyleyemez, kim olmaya karar verirseniz o olursunuz! Aynanın karşısına geçip gözlerinizin içine bakarak kendi kendinize bu sözleri söylemenizi ve aklınıza kazımanızı istiyorum…
“Bugün gerçekten çok güzel bir gün olacak.
Ben güçlüyüm!
Ben zekiyim!
Ben çok sıkı çalışırım!
Ben güzelim!
Ben saygılıyım!
Herkesten daha iyi değilim!
Kimse de benden daha iyi değil!
Ben muhteşemim!
Ben çok iyiyim!
Eğer düşersem hemen kalkarım!
Tanrı şükürler olsun ki beni böyle yarattı!
Ve en iyisini yaptı…
Kimse benden daha iyi değil!” (Alıntıdır.)