Hayattan aldığım yaşlara ve edindiğim tüm deneyimlere rağmen şu günlerde fark ettim ki, daha yeni yeni öğrenebildim kaderimi sevmeyi.
Öncesinde inşallah, umarım, kısmetse türünden laflara dahi kızardım. Hayatı akışına göre karşılayıp yaşamaktansa hayat benim çizdiğim akışta ilerlesin isterdim içten içe. Oscar Wilde’ın güzel bir sözü vardır; “İnsanların yüzde 90’ı yaşamazlar, sadece vardırlar” der. Ben de Oscar’a hak verir, birçok insan yaşamın tehlikelerini göze almaktansa yaşama taklidi yaparak ölmeyi bekliyor diye düşünür, onlardan olmamak için elimden geleni yapardım. Olmazı dahi oldurmak için çalışır dururdum çoğu zaman.
Ne kadar Nietzsche hayranı olsam da olanı kabullenmeye, sevmeye gönlüm razı gelmezdi bir türlü. Nietzsche’nin Amor Fati yani Kaderini Sev felsefesinin anlamını bilsem de henüz o olgunluğa erişemediğim için okuduğumla kalır, boş yere acı çekerdim.
Öyle körü körüne bir kadercilik değil elbette kastettiğim. Yazgıya teslim olmaktan değil zorunlu olanı kabullenme özgürlüğü’nü seçebilecek bilince ulaşmaktan bahsediyorum. Bunu anlatmanın en iyi yolu da Nietzsche’nin ‘Kaderini sev, belki seninki en iyisidir...’ hikâyesini aktarmak sanırım.
Kaderini sev, belki seninki en iyisidir.
‘Deniz kıyısında bir ihtiyar taşçı kayayı yontmaktadır.
Güneş onu yakıp kavurur.
O da Tanrı’ya yakarır, keşke güneş olsaydım diye.
“Ol” der Tanrı. Güneş oluverir.
Fakat bulutlar gelir örter güneşi, hükmü kalmaz.
Bulut olmak ister. “Ol” der Tanrı. Bulut olur.
Rüzgâr alır götürür bulutu, rüzgârın oyuncağı olur.
Rüzgâr olmak ister bu kez. Ona da “Ol” der Tanrı.
Rüzgâr her yere egemen olur, fırtına olur, kasırga olur.
Her şey karşısında eğilir.
Tam keyfi yerindeyken koca bir kayaya rastlar.
Ordan esen burdan eser, kaya bana mısın demez!
Bildiniz, Tanrı kaya olmasına da izin verir.
Dimdik ve güçlü durmaktadır artık dünyaya karşı...
Sırtında bir acı ile uyanır...
Bir ihtiyar taşçı, kayayı yontmaktadır.’ (Kaderini sev-belki seninki en iyisidir)
Nietzsche’nin kaderini sev/yazgını sev’i dinsel ya da mistik anlamıyla başına gelen her şeyi kabullenmek anlamına gelmiyor anlayacağınız. Her şeye rağmen Bu muydu hayat? Çok güzel, aynısı bir daha! diyebilmek aslında. Tüm zorluklara rağmen bir gün başarmanın mümkün olabileceğini bilip isyan etmemek, en kötü hastalıklara rağmen sağlığına kavuşabileceğinin mümkün olabilmesini sevmek diyebiliriz. Kendimizin seçtiğini sandığımız yolda yürümek değil, gerçekten kendi yolumuzda, yürüdüğümüz yolda yürümektir. Hem de her şeye rağmen...
Bir sihirli değmek olsaydı ve istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir hayatımız olabileceğini gösterseydi, belki istediklerimizin gerçekleşmesini istemeyecektik. Tıpkı az önce okuduğunuz hikâyede olduğu gibi. Bunu hiç çıkarmıyorum artık aklımdan.
Bazen hayatlarından, rollerinden şikâyet eden insanlar görüyorum. Kimi haklı, ama bunu değiştirmek için bir şey yapmıyorlar, her şey kendiliğinden olsun istiyorlar. Kiminin bu şikâyeti ise, hayatının ve hayattaki rolünün kıymetini bilemeyişinden kaynaklanıyor. Böylelerini bir kenara çekip, yaşamı ve onun sana getirdiklerini sev, karşına çıkan iyi kötü tüm olgularla olduğu gibi yüzleş ve davranışlarına ona göre şekil ver demek geliyor içimden. Ya da Nietzsche kitapları ile tanıştırmak, o ağır gelecek olursa Byron Katie’nın Olanı Sevmek kitabını okutmak istiyorum. Tutuyorum kendimi, vardır onun da zorunlu olanı kabullenme özgürlüğünü seçecek bilince ulaşacak bir anı, bir deneyimi diyorum.
Sen nasıl oldu da okuyup bildiğin halde, bu yaşına kadar bunu uygulayamaz iken şimdilerde yapabilmeye başladın diyecek olursanız... Everest Dağı’na tırmanan ilk insan Edmund Hillary’nin bir sözü ile özetleyeyim
“Ben dağları değil, kendimi fethettim.”
Henüz seferim de bitmiş değil…
Sizlere de çok geçmeden kaderinizi sevebilme gücü ve kendinizi fethedeceğiniz günler diliyorum.