Cumhur-başkanlığı seçimi dış basında oldukça geniş yer buldu. Şu anda yoğunlaşılan konu başkanlık sisteminin güçler ayrılığı prensibi ile ne kadar örtüşeceği. Zira literatürde yapılan ülkeler arası karşılaştırmalar, demokrasinin güçlenmesi ve ayakta kalması konusunda parlamenter demokrasilerin başkanlık sistemin göre daha başarılı olduğunu gösteriyor.
Ekonomi konusunda yabancı basındaki endişelerin iki konuda yoğunlaştığını görüyoruz:
1) Merkez Bankası Bağımsızlığı ve Enflasyonla Mücadele
Türkiye’nin bu konuda yakın dönem karnesi malesef zayıf. Medya aracılığıyla Merkez Bankası’nın eleştirilmesi, faizlerin düşük tutulması gerektiğine dair siyasi demeçler Merkez Bankası kredibilitesini yıpratıyor. Seçim öncesi dönemde, hükümetin büyüme odaklı politikaları ile enflasyonla mücadele amaçlı sıkı para politikasının birbiri ile çatıştığını gözlemledik. Bundan sonraki dönemde para politikası ve maliye politikasının nasıl bir orta yol bulacakları ve Merkez Bankası’nın elinin faiz artırımı konusunda ne kadar rahat olacağı merakla takip ediliyor olacak.
Enflasyonla mücadele konusunda kafalardaki endişe bu konuda iktidardan verilmiş olan sözlerin eksik olması değil. Zaten seçim öncesi dönemde
Seçim sonrasında ekonominin nasıl bir yol izleyeceğini öngörebilmek için ekonominin mevcut konumunu tespit etmek gerekiyor. Metroda aceleyle ne yöne gittiğine bakmadan bindiğiniz bir tren düşünün. Trenin yönünü anlamak için bir sonraki durağa kadar gitmeniz gerekir. O noktada artık trenin nihai istikametinin neresi olduğunu bilirsiniz. Ekonominin gittiği yönü anlamak, trenin istikametini anlamaktan daha zor olsa da son dönemde arka arkaya geçtiğimiz duraklar bize gittiğimiz yer konusunda oldukça iyi bir fikir veriyor.
Hızlı büyüdük
1) 2010 sonrası dönemde genel olarak oldukça yüksek bir büyüme performansı sergiledik. Ancak büyümenin bileşenlerine baktığımızda tüketim ve inşaat kalemlerinin büyümenin motorunu oluşturduğunu buna karşılık üretim kapasitemizi artıracak makine ve teçhizat yatırımlarının uzun süre daraldığını gördük. Bu tür bir büyüme, ileriye yönelik sürdürülebilirliği sorgulatır. İlave olarak, 2017 sonrasında girdiğimiz hızlı büyüme dönemi Türkiye ekonomisini potansiyelinin üzerinde büyüme patikasına oturtmuştur. Son üç çeyrekte büyüme rakamlarımız 11.3, 7.3 ve 7.4’tür. Potansiyeli zorlayan ve aşırı ısınan bir ülke eninde sonunda ortalama üretim kapasitesine geri
ABD Merkez Bankası Fed, son yaptığı toplantısında politika faizini 25 baz puan daha yükseltti. Buna ilave olarak, gerek metinde yapılan değişiklikler gerekse yenilenen projeksiyonlar ile kendisinden çok daha emin ve şahin bir Fed çıktı karşımıza.
Metindeki önemli değişiklik, kriz sonrası dönemden kalan “politika faizi bir süre daha uzun vadeli faiz seviyesinin altında kalacaktır” ifadesinin çıkarılması oldu. Bu değişiklik, politika faizinin giderek nötral faiz oranına yaklaştığına ve gerekirse Fed’in bu oranı geçip ekonomiyi sıkılaştırmaya hazır olduğuna işaret ediyor.
Ekonomik tahminlerde enflasyonun ve büyümenin yukarı yönlü, işsizliğin ise aşağı yönlü revizyonu bu mesaj ile tutarlı. Keza Başkan Powell da basın toplantısında ABD ekonomisinin mükemmel bir noktada bulunduğunun altını çizdi.
Bu noktada, Fed’in artık krizden çıkan bir ekonomiye destek veren merkez bankası görünümünden uzaklaşarak potansiyel büyüme oranına gelmiş bir ekonominin ince ayarlarının yapan bir merkez bankası görünümüne bürünmesine şahit oluyoruz.
Satır başları
Toplantıda özellikle ilgimi çeken iki soru vardı. Vergi indirimlerinin ekonomiye etkileri sorulduğunda Powell, Fed üyelerinin çoğunluğunun talep üzerinde
Hafta başında açıklanan enflasyon rakamının yüzde 12’ye yükselmesinin ardından gözler dünkü Merkez Bankası toplantısına çevrilmişti. Merkez, toplantıda doğru bir adımla politika faizini 125 baz puan daha artırdı.
Her zaman olduğu gibi yine Merkez’in kararı öncesi her kafadan bir ses çıktığına şahit olduk. Benim de dahil olduğum görüş enflasyonun kontrolden çıktığı ve ekonomi yönetimine ait güvenin zayıfladığı bir ortamda beklentileri tekrar çıpalayabilmek için Merkez’in faiz artırımına devam etmesi gerektiği görüşüydü.
Buna alternatif olarak Merkez’in iki hafta önceki faiz artırımının yeterli olduğunu savunan bir ikinci görüş ve faiz artırımı şöyle dursun indirmesi gerektiğini savunan bir üçüncü görüş mevcuttu.
Bir hastalığa çare önerebilmek için önce o hastalığın ne olduğunu iyi teşhis etmek gerekir. Türkiye ekonomisinin şu anda içinde bulunduğu durum nedir? Geldiğimiz noktayı ve gitmekte olduğumuz patikayı iyi analiz edemezsek önereceğimiz çözüm önerisi de yetersiz kalır.
2016 üçüncü çeyreğinde daralan Türkiye ekonomisi hızla toparlanarak giderek ivme kazanan bir büyüme döngüsüne girdi. Daralan bir ekonominin genişlemeci politika desteği ile hızla toparlanması takdir edilecek bir
Geçtiğimiz hafta 300 baz puanlık sürpriz bir faiz artırımıyla kurdaki hareketi kontrol altına almaya çalışan Merkez, bu hafta başında da Geç Likidite Penceresi (GLP) uygulamasına son vererek, 2010 öncesi dönemde uygulanan geleneksel koridor uygulamasına geri döndü. Bu şekilde para politikası uygulaması dünyadaki uygulamalarla örtüşmüş oldu. Merkez’in son hamlelerinin ne anlama geldiğini değerlendirebilmek için önce bizi bu noktaya getiren gelişmeleri hatırlayalım.
Geleneksel koridor
Geleneksel uygulamada, merkez bankası bir faiz seviyesi ilan ettikten sonra efektif fonlama faizini politika faizine eşitler. Öte yandan, gün sonunda münferit olarak likidite fazlası ya da likidite açığı çıkarsa bankalar politika faizinin altında belirlenen “borç alma” faizinden fazla likiditeyi Merkez’e yatırır ya da politika faizinin üzerinde belirlenen “borç verme” faizinden Merkez’den borç alabilirler. Yani borç alma ve borç verme faizleri politika faizi etrafında aşırı oynaklığı engelleyici bir bant oluşturur. Uygulamanın en önemli avantajı, para politikası kararlarının net bir şekilde uygulanması ve iletişimidir.
Kasım 2010 sonrası
Küresel risk iştahının yüksek olduğu 2010 sonrası dönemde sıcak
Yukarıdaki uyarı faiz ile enflasyon arasında pozitif bir ilişki öngören Neo-Fisherian (NF) görüşün fikir babalarından Cochrane’e ait. İktisatta geleneksel görüş, enflasyondaki değişimin faizi değiştirdiği şeklindedir. NF görüş ise faizdeki değişimin enflasyonu etkilediği bir “ters nedensellik” mekanizması ileri sürüyor. Görüşü daha derinden incelediğinizdeyse, aslında geleneksel görüşe bir alternatif değil, ancak onunla çalışan bir tamamlayıcı olduğunu görüyorsunuz.
Cochrane, 31 Mart 2016’da kaleme aldığı blog yazısında gelişmekte olan ülkelerin NF görüşü alıp uygulamaları konusunda ciddi çekincelerinin olduğunu dile getirmiş. Olayın “Faiz düşerse enflasyon düşer” şeklinde bir politika tavsiyesine indirgenemeyeceğinin özellikle altını çizmiş. Yazıdaki satır başları şunlar:
1) NF görüş uzun yıllar mali disiplin uygulanmış bir ortam gerektirir. Öte yandan, eğer maliye politikası ciddi bir gevşemeye girerse, merkez bankası faize ne yaparsa yapsın enflasyon yükselir. Bu ortamda NF görüş işlemez.
İlave olarak, sadece mali disiplin de yetmez. Rezervleri düşük ve dış sermayeye bağımlı ülkelerde NF teori için gerekli zemin bulunmaz. Sermaye çıkışı riski gören yatırımcı mali disiplin olsa
Zaman tutarsızlığı nedir? Diyelim ki kilo probleminiz var ve bir diyetisyenle görüştünüz. Diyetisyen size sağlıklı bir kilo kaybı için unlu, şekerli ve yağlı ürünlerden uzak durmanızı söyledi. Ancak iki günlük sıkı diyetten sonra önce bir parça simit, sonra bir dilim baklava derken izlemeniz gereken diyetten giderek uzaklaştınız ve tekrar kilo almaya başladınız. Bu örnekte görülen, kısa vadede karşı koyamadığımız kaçamakların uzun vadede bizi izlemek istediğimiz plandan uzaklaştırmasıdır. Yani kısa vadedeki davranışınız ve uzun vadeli niyetiniz arasında “zaman tutarsızlığı” göstermiş olursunuz.
Karardan sapmak
İktisatta zaman tutarsızlığı (“time inconsistency”) kavramı benzer bir soruna işaret eder. Uzun vadede ekonominin dengeli büyümesi için alınan kararlardan kısa vadede sapılması anlamına gelir. Ekonomide uzun vadeli sağlıklı büyüme hızı “potansiyel büyüme” hızıdır. Bunu diyetisyenle belirlenen ideal kilo olarak düşünün. Potansiyel büyüme, ülkenin mevcut kapasitesini zorlamaz ve enflasyon yaratmaz. Ancak yukarıdaki örnekte olduğu gibi ekonomi için de kısa vadede karşı konulamayan tercihler vardır. Bunlar, genişlemeci politika uygulanarak ekonominin potansiyeli üzerinde büyümesi
Dolar kuru ay başından bu yana 4.04’ten 4.30’a yükseldi. Yaklaşık on günde yüzde 6’nın üzerindeki değer kaybının kalıcı olması ekonomiye çok yüksek bir fatura doğurur. Çok basit bir hesapla, kurda son on gündeki 25 kuruşluk artış, 300 milyar dolar üzerindeki özel sektör dış borcumuzu 79 milyar TL artırıyor. Bir diğer hesapla, kurda yüzde 1’lik değer kaybının enflasyonu 15 baz puan artırdığı göz önüne alınırsa, son 10 günde enflasyonu yaklaşık 1 puan daha artırması söz konusu.
Merkez bankacılığı zaman zaman zor kararlar gerektirir. Mesela kur şokuyla fiyatların yükseldiği ama talebin çok da güçlü olmadığı bir ekonomide faiz artırsanız, bu sefer durgunluk tehlikesi doğabilir. Faize dokunmasanız, bu sefer enflasyon beklentileri bozulur.
Bu zor karar durumlarında bile bu köşede sık sık dile getirdiğim görüşüm, Merkez’in sıkı para politikasını elden bırakmaması yönünde olmuştur. Çünkü Türkiye gibi dış borcu yüksek bir ülkede kurun üretim maliyeti üzerindeki etkisi faizden çok daha yüksektir. Dolayısıyla, talebin zayıf olduğu bir ortamda bile kurdan gelen kalıcı baskının faiz artırımıyla bertaraf edilmesi hem enflasyonu kontrol altına alır hem de ekonomi üzerindeki daraltıcı etkisi