Beşiktaş’ın Avrupa kupalarındaki en iyi maçlarından biri değildi hiç kuşkusuz... Ancak Lyon’a orta sahayı bu kadar teslim etmişken, son yarım saatte müthiş bir baskı yemişken yine de “şans kapıyı iki defa çaldı...“ Bitime sadece 4 dakika kala, Babel kaleye sadece üç- beş metre mesafede ve önünde seken topu üstelik rakip kaleci Lopes yerdeyken ağlara gönderebilse, tarih yazılmış, Beşiktaş büyük ihtimalle yarı finale çıkmış olacaktı... Hadi Babel‘i geçtim...
Beşiktaş‘a bu maçta iki altın gol kazandıran “mucize adam“ Talisca uzatmanın ilk bölümünde attığı gollerden çok daha rahat bir pozisyonda topu filelerle buluşturabilse, yarı final gene Beşiktaş‘ın avuçlarında olacaktı... Yapamadık, atamadık, turu kopartıp alamadık... Açıkcası uzatma bölümü başlayınca penaltı umuduna sarıldığımı söylemeliyim... İlk maça olumsuz anlamda damga vuran kaleci Fabri‘nin bu maçta yaptığı mucize kurtarışlara, penaltı atışlarında yenilerini ekleyeceğini ve elleriyle Beşiktaş‘ı yarı finale taşıyacağını düşündüm, inandım, her futbolsever gibi buna kendimi hazırladım... Ama olmadı... Hesabı iki stoper Tosiç ile Mitroviç bozdu... Bu kadar yavaş, bu kadar göstere göstere penaltı atmaları, günün bir başka
Türkiye beklenenden iyi başlayınca, Finlandiya beklenenin altında kalınca daha ilk çeyrekte çarpıcı bir sonuç ortaya çıktı. Türkiye’nin böyle bir başlangıç yaptığı ve ilk 12 dakikada 2-0’ı yakaladığı bir başka maçı ben hatırlamıyorum. Aslında 2-0 sonrasındaki 10-15 dakika, Türkiye adına “rüya“ gibi geçti. Pozisyon bulamasak bile iyi top çevirdik, orta alanı resmen teslim aldık ve adeta kendimiz çalıp kendimiz oynadık. Ancak başlangıçtaki toplam yarım saatin ardından Finlandiya’nın maç sonuna kadar devam edecek olan “oyunu kontrolu“ sahaya egemen oldu. Buna rağmen Finlandiya‘ya uzaktan atılan ve direkten dönen şutun dışında tek pozisyon vermedik.
Yeri gelmişken söylemeliyiz, Ömer Toprak-Mehmet Topal ikilisi, son dönemlerin en uyumlu stoperleri olarak dikkati çektiler. Alman liginin vazgeçilmez stoperlerinden biri olan ve uğruna 20 milyon eurodan fazla değer biçilen Ömer Toprak, o kalitesini, yani Almanya performansını, belki de ilk defa Türk Milli Takımı forması ile ortaya koydu.
Almanya‘yı konuşurken Yunus Mallı‘yı unutmayalım. Yunus da Wolfsburg’un gözdelerinden biri. Ancak Yunus henüz o yeteneklerini ve rahatlığını Türk Milli Takımı’na taşıyamadı.
Beni şaşırtan İsmail‘in
Önce sağlık... Fernandao’ya büyük geçmiş olsun diyerek ve acil şifalar dileyerek yazıya başlayalım... Çarşamba akşamı otuzlu yaşlarda bir vatandaş yanıma yaklaştı... “Benim adım Muhammed” dedi. “İyi bir Fenerbahçeliyim... 15 yaşındaki kızıma harcadığım kadar parayı Fenerbahçe‘ye de harcıyorum... Benim suçum ne?” diye sordu...
Açıkçası şaşırdım... Fenerbahçelinin mutsuzluğu için elli türlü şey duymuştum ama “Benim suçum ne?“ diye sorana ilk kez rastladım... Elbette Muhammed’in, Muhammed gibi on binlerin, yüz binlerin suçu yok ama ciddi bir şanssızlıkları var... Fenerbahçe’de futbol şubesini, futbolu çok iyi bildiğini sananlar yönetiyor... Sonuçlar ortada, hayal kırıklıklarına her yıl bir yenisi ekleniyor... Bunların tamamı raslantı olabilir mi? Demek ki yıllardır transfer dahil, hoca tercihleri dahil, çoğu iş yanlış yapılıyor ki Fenerbahçe seyircisinin payına yine hüsran düşüyor...
Fenerbahçe seyircisi zaten çok uzun süredir tribünleri terketmişti... Konya maçında bu sayının 10 binin altına düşmesi, o mutsuzluğun en açık belgesi değil mi? Kadıköy’e gelirken elleri ayakları titreyenler, renkleri sararanlar, şimdilerde “puan cennetine gidiyoruz” diye o titreyen ellerini avuçlarını bu
Aboubakar'ın “ayıbını“ kapatmak, bir eksik kalmanın dayanılmaz yükünü taşımak, Stockholm'da “finalde“ buluşmak adına ölümüne oynadı Beşiktaşlı futbolcular... Eğer kariyerlerinde, eğer Beşiktaşlı yıllarında, eğer yaşamlarında bir “şeref madalyası“ olacaksa, o “şeref madalyasını“ dün akşam Vodafone Arena'da taktı Beşiktaşlı oyuncular...
Bizim kör-topal ligde bile bir eksik kalmanın açtığı yaralar bilinirken, Avrupa'nın gediklisi olmuş Olympiakos önünde bir eksik böyle bir başarıyı yakalamak, böyle bir destanı yazmak, ancak ölümüne oynayarak olurdu... Beşiktaşlı futbolcular yaşamak için ölümüne oynadılar... Türk futbol tarihine, Beşiktaş tarihine unutulmaz bir zafer armağan ettiler...
Zaten kabul edelim ki, son yıllardaki futbol keyfimizin, ruhumuzun okşanmasının, gururumuzun şaha kalkmasının tek adresi Beşiktaş oldu... Belli ki “Beşiktaşlı yıllar“ artık sınırları zorluyor... “Avrupa Avrupa duy sesimizi, biz geliyoruz“ diye finalin adresi olan Stockholm‘a haber gönderiyor...
Vodafone Arena'da daha ilk 20 dakikada “Baharın gülleri“ açmışken, sonraki 20 dakika içinde ilk Olympiakos atağında kalemizde golü görmemiz, Aboubakar‘ın akla-hayale sığmayan kafası ve kırmızı kartıyla eksik
Moussa Sow ilk yarı boyunca oyunda kaldı, futbol adına, kendi adına en ufak bir şey yapmadan ikinci yarı başlarken yerini Fernandao‘ya bıraktı... İlk yarı rakamlarına baktık... Kaleci Volkan Demirel 14 topla buluşurken, Sow sadece 12 topla buluşmuş... Düşünün, bu takım Fenerbahçe, kendi sahasında oynuyor ve maçın ilk yarısında kalecisi, santrforundan daha fazla topla buluşuyor...
Fenerbahçe‘ye Hırvat‘ı geldi, Alman’ı geldi, Güney Amerikalısı geldi, hatta savunmacılığıyla ünlü İtalyan geldi... Hiçbir hoca Fenerbahçe‘nin genleriyle oynamadı... Yani sahalara çıktığı günden beri hücum oynamayı alışkanlık haline getirmiş Fenerbahçe‘ye savunma anlayışını yerleştirmeye kalkmadı... Ama önce Pereira, ardından Advocaat bir asrı geçen alışkanlığı değiştirmeye, vücuttan “hücum genlerini“ yok etmeye çalıştılar... Advocaat halen çalışıyor... Fenerbahçe’ye uymaz bu... Vücut kabul etmez, tarih kabul etmez, taraftar hiç kabul etmez... Bu güzelim havada 12 bin seyirci neyin eseri sanıyorsunuz?
Aslında Kasımpaşa maçının ikinci yarısı savunmayı bırakıp hücum alışkanlığını yakalamaya çalışan bir Fenerbahçe vardı ama orada da “sınırlı yetenekler“ ortaya çıktı... Örneğin dramatik rakamlara devam edelim...
Aptal değilim, gözlerim görür, Allah’a şükür kafam da fena çalışmaz... Gördüğümü, duyduğumu düşünürüm ölçerim, biçerim, tartarım... Doluya koyarım, boşa koyarım, bakarım... Ama ilk onbirde gördüğüm Emenike‘yi boşa koydum almadı, doluya koydum tutmadı...
Ciddi meraktayım... Emenike, sezonun en önemli maçlarından birinde ilk onbir şansı bulacak kadar önemliyse aylardır niye kadro dışı kaldı, niye hatırlanmadı... Ya da bu kadar uzun süre kenara bırakılacak oyuncuysa, o zaman nasıl oldu da ilk onbirde yer aldı...
Fenerbahçe’nin dört santrforu var... Sow, Emenike, Fernandao, Van Persie... Dördünü toplasanız, Fenerbahçe adına gerçek bir santrfor ortaya çıkmıyor... Emenike ile Sow bir saat oyunda kaldı, bir hareket yapmadan oyundan alındı...
4. dakikada da gol yersin, 4. saniyede de... Bunlar futbolun içinde var... Ama karşılık vermek için bir çaba harcarsın, bir atak yaparsın... Doksan dakikada tek pozisyona girmeden maçı tamamlamazsın... Karşındaki takım Real Madrid değil, Barcelona değil... Kaldı ki Barcelona‘yı bile gün geliyor, dörtlüyorlar... Sen sıradan bir takım karşısında pozisyon bile bulamıyorsun...
Hadi anladık, Fenerbahçe bu sezon savunma ağırlıklı futbol oynuyor... Ama
Karabükspor takımının adında var, kentin ruhunda var; Demir’i eğmek, Çelik’i bükmek zor... Karabükspor deplasmanına kim giderse gitsin, o maçı alıp gelmek hepsinden daha zor... İşte Beşiktaş... Bütün istatistikler ezici biçimde Beşiktaş diyor... Ama ne yararı var... Skor tabelasında Karabükspor’un galibiyeti yazıyor...
Beşiktaş kaybetmesine rağmen, özellikle ilk yarım saatten sonra maça hükmeden taraftı. Ancak özellikle hücum alanlarında ya etkili olamadı, ya da Karabükspor’un savunma anlayışı buna izin vermedi... Ancak çok açık görüldü ki, Cenk, Babel, Oğuzhan, özellikle Talisca hücum anlamında çizgilerinin çok gerisinde kaldılar...
Beşiktaş hücumda baskılı ama etkisiz bir oyun ortaya koyarken, özellikle geri dörtlüsünde ve savunma anlayışında ciddi sıkıntılar yaşadı... Aslında bu Marcelo için üzülüyorum... Geçen yılın devre arasından bu yana yanında partner olarak Tosiç, Atınç, Rodolfo, kısa süre de olsa Atiba, Pedro, son maçta da Mitroviç ile oynadı... İnsan yastığını değiştirse yadırgıyor, Marcelo neredeyse her maç bir stoper değiştiriyor... O zaman uyumu yakalamak elbette zor oluyor.
Ama başka gerçekler de var... Karabükspor 121.750 km. koşarken, Beşiktaş 110.310 koşmuş... Bu ne
Hakem Ali Palabıyık 67. dakikada topsuz alanda Atiba‘nın Van Persie‘ye yaptığı faulü gördü, düdüğü çaldı, Atiba‘ya sarı kartını gösterdi... Ancak 41. dakikada topsuz alanda Robin Van Persie’nin Tosiç‘e yaptığı faulü görmedi... Görse, faulü verse, Van Persie‘ye kartını çıkarsa büyük ihtimalle kırmızı kart pozisyonu yaşanmayacaktı...
Ancaak... Dünyanın neresinde olursa olsun, hakemin bir metre önünde rakibe hafif ya da şiddetli kafa atarsanız karşılığı hiç kuşkusuz kırmızı kart oluyor... Üstelik Ali Palabıyık‘ı bizim yüreği yetmeyen “eyyamcı“ hakemlerle karıştırmamak lazım... Ali Palabıyık, doğru bildiği kararı “kim ne der“ diye düşünmeden verebiliyor... Ali Palabıyık‘a bu pozisyon için kızanlar elbette olacaktır... Ama o kızgınlıktan Van Persie‘nin oltasına fena halde takılan Tosiç de nasibini almalı...
Aslında ilk yarıda Fenerbahçe sıfır şut, sıfır korner, sıfır pozisyon ile oynadı... Özellikle ilk on dakikadan sonra golü arayan, pozisyonu zorlayan, topla daha fazla buluşan taraf Beşiktaş‘tı... Ama baktığınızda bu üstünlük Beşiktaş‘a akıllarda kalan bir pozisyon yaratmadı...
Benim şaşırdığım, ikinci yarıda Beşiktaş‘ın bir eksik oynamasına rağmen Fenerbahçe‘nin oyun ve üstünlük olarak