Dünya geçen cuma günü iki Koreli düşman kardeşin bir araya gelip beklenmedik şekilde birbirlerine sarılmalarının hâlâ şaşkınlığı içinde...
Ne oldu da birkaç hafta öncesine kadar balistik füze ve nükleer bomba denemeleriyle yakın komşularına ve dünyaya meydan okuyan Kuzey Kore lideri Kim Jong-un, Güneyli mevkidaşı Moon Jae-un’ın karşısına, herkesle barışmak isteyen, yumuşak tabiatlı biri olarak çıktı?
İki Kore’yi birbirinden ayıran ara bölgede o sert yüzlü Kim’in yerine, muhatabıyla el ele verip espri yapan, sevimli bir Kim duruyordu!
Daha da önemlisi, bu Kim barışı kurmaktan, bunun için de Kore Yarımadası’nın nükleer silahlardan arındırılmasından söz ediyordu. Bu konudaki iyi niyetini göstermek için de Kim, füze ve nükleer silah denemelerini durdurmayı, hatta önümüzdeki ay mevcut nükleer tesislerden birini kapatmayı vaat ediyordu...
Evet, bu şaşırtıcı 180 derecelik değişiklik birkaç hafta öncesine kadar bir nükleer savaş korkusunu yaşayan bütün dünya için, rahatlatıcı, tarihi bir dönüm noktasıydı...
Sebep yaptırım mı?
Peki, bu değişiklik nasıl oldu? Kim’i bu yeni tavrı almaya kim veya ne zorladı?
ABD’de yaygın görüş Kim’in bu kararı Kuzey Kore’ye karşı uygulanan
İktidardaki bir liderin, kendisini alaşağı etmek isteyen rakibi için “O haklı, ben hatalıyım” gibi bir itirafta bulunduğu, aynı amaçla sokaklara dökülen on binlerce göstericiye de “Talebinizi yerine getiriyorum” diyerek istifa ettiği az görülmüştür.
Ermenistan’da bu hafta böyle bir olay yaşandı. Başbakanlık koltuğuna oturduktan 6 gün sonra, Serj Sarkisyan, kendi aleyhinde başlatılan kampanyanın ardından yukarıda naklettiğimiz sözlerle görevini bıraktı.
Bu kararda muhalefet lideri Nikol Paşinyan’ın çağırması üzerine sokakların protestocularla dolup taşmasının başlıca rolü oynadığı kuşkusuz. Bu olay, demokrasiyi korumak isteyen ülkelerde “sokağın gücü” denilen gerçeği bir kez daha gözlerin önüne sermiş oldu...
Halkı sokaklara dökmesine yol açan başlıca iki nedeni var: Birincisi ekonomik sıkıntılar, işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk gibi faktörlerdir. İkincisi ise, halkın yıllardır süren Sarkisyan yönetiminden bıkmış usanmış olmasıdır.
Sarkisyan iki kez beşer yıl Başkan olarak ülkeyi yönettikten sonra, onu gene iktidarda tutacak bir anayasa değişikliği ile Başbakanlık (veya parlamenter) sistemine dönüldü. Ve bu sayede Başbakan oluverdi. İşte iktidardaki bu “uzatma”, halkın sabrını tüketti,
24 Haziran seçimleri için kamuoyu araştırmaları yapmaya hazırlanan kuruluşlara bir önerim var: Seçmenlere birçok konuda soracağınız sorulardan biri de, parti liderlerinden ve adaylardan, kampanya süresince nasıl bir söylem ve üslup bekledikleriyle ilgili olsun...
Yani seçmenler politikacıların özellikle meydanlarda yaptıkları ve televizyonlarda da yayınlanan konuşmalarında sert, saldırgan ve kavgacı bir üslup kullanmalarını ve de bağırıp çağırarak birbirlerine -ve bu arada yabancı ülkelere- çatmalarını mı istiyorlar, yoksa esas ülke meseleleri üzerinde görüşlerini, programlarını, vaatlerini sakin ve inandırıcı bir üslupla anlatmalarını mı tercih ediyorlar?
Böyle bir soruyu sormanın nedeni şu: Bizde seçim kampanyaları sert ve gergin bir havada geçer. Miting konuşmalarında yakışıksız, kışkırtıcı bir dil kullanılır, hamasi veya popülist laflar edilir, kutuplaşma ve gerginlik tohumları ekilir...
Seçmenler gerçekten sanıldığı gibi politikacıların bu tür sert çıkışlarından hoşlanıyor mu? Yoksa kampanyanın sakin bir havada, adayların centilmence ülke sorunlarını tartıştıkları bir ortamda geçmesini mi yeğliyor?
Bunu araştırmakta büyük yarar vardır. Bize öyle geliyor ki çoğunluk ortamı
Erken seçim kararının alınmasında dış meselelerin başlıca faktör oluşturduğu ifade edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyişiyle Suriye’deki harekât ve bölgedeki kritik gelişmeler bu sorunların başında geliyor.
Türkiye’nin son zamanlarda ciddi dış politika sorunlarıyla karşılaştığı ve kendi geleceğini etkileyecek önemli kararlar almak durumunda kaldığı açık.
İktidarın bu kritik meseleler karşısında rahatça karar alabilmek ve hareket edebilmek için Kasım 2019 seçimlerini öne çekmek zorunluluğunu duyduğu söyleniyor. Aslında bu kararın alınmasında sözü edilen dış faktörü abartmamak ve onu tek neden saymamak lazım. İktidar son zamanlarda bu meselelerde önemli kararlar almasını ve hayata geçirmesini bilmiş, başarılı bir politika izlediğini her fırsatta tekrarlamıştır. Seçimler normal tarihte yapılsaydı iktidarın belirlediği yoldan yürümeye devam etmesini engelleyen bir durum çıkmazdı herhalde...
Ama erken seçim için başka nedenlerin de olduğu açık. En önemli sebeplerden biri, iktidarın bir süreden beri hazırlandığı seçimleri şu sıralarda gerçekleştirmenin daha avantajlı olacağını hissetmiş olmasıdır.
Aslında seçimlerin beklendiğinden de çok daha erken bir tarihe alınması, belirsizliklerin
Füze saldırısına uğrayan bir ülkede halkın sokaklara dökülüp zafer nidalarıyla coşku gösterilerinde bulunması görülmüş şey değil.
ABD, İngiltere ve Fransa’nın Suriye’ye yönelik operasyondan birkaç saat sonra Şam’da binlerce kişinin sergilediği görüntü ilk bakışta garip karşılanabilir, “Bu insanlar neyi kutluyorlar ki?” sorusu sorulabilir.
Aslında Suriyeliler korktukları şeyin olmamasını kutladılar! Şam ve Humus bölgesine 105 füze yağdırıldı, ama hedefler sadece birkaç bilimsel ve askeri tesis
üzerinde odaklandığı için
sivil mahallelere hiçbir
zararı olmadı...
Halk sokaklarda coşku gösterilerinde bulunurken, Devlet Başkanı Beşar Esad’ın sabah elinde çantasıyla işe giderken resim çektirmesi, devlet kademesinde de bir telaş olmadığını gösterdi. Sanki Suriye lideri de olanların bu kadarla kalmasından rahatlamıştı...
Danışıklı dövüş mü?
Soğuk Savaş yıllarında diplomaside sıkça kullanılan sözcüklerden biri, İngilizce “brinkmanship” terimiydi. Uçurumun kenarına veya felaketin eşiğine gelmek anlamındaki bu terim, aslında o dönemde iki rakip blokun izlediği politikayı ifade ediyordu. Gerçekten, o zaman iki taraf arasındaki restleşme ve güç gösterileri bir Üçüncü Dünya Savaşı korkusunu yaratıyor, tehlike zorlukla önlenebiliyordu...
Şimdi sanki benzer bir duruma gidiliyor.
Suriye’deki kimyasal silah katliamının yarattığı öfke ve gerilim ortamında ABD ve Rusya, yüksek riskli bir “brinkmanship” politikasına başvurmuş görünüyorlar.
ABD Başkanı Trump mutat tweet’leri aracılığıyla, Rus lideri Putin’e “Hazır ol, geliyoruz” mesajını yolluyor. Putin de “Geleceğin varsa göreceğin de var” gibisinden bir karşılık veriyor. Gerçekten, Başbakan Yıldırım’ın deyimiyle “iki sokak kabadayısı”nın üslup ve davranışı bu...
İş yalnız lafta kalmıyor, iki taraf da akıllı akılsız ne kadar silah ve askeri güç varsa, harekete geçiriyor... İşte tam bir “uçurum politikası” gösterisi...
Vurmak neye yarar?
Bu durumun ABD’nin -İngiltere ve Fransa ile beraber- Suriye’ye karşı bir füze saldırısına, bunun da Rusya’nın misillemesine yol açması an meselesi...
Şam’ın Duma ilçesinde geçen cumartesi akşamı girişilen kimyasal saldırı, Suriye’de son zamanlarda gerçekleşen bu tür katliamların ilki değil. Garip bir rastlantı, tam bir yıl önce 7 Nisan 2017’de benzer bir saldırı olmuş, ABD de bunu cezasız bırakmamak için Esad rejiminin kontrolündeki bir üssü Akdeniz’deki bir savaş gemisinden fırlatılan bir Tomahawk füzesiyle vurmuştu.
Bu kez çoluk çocuk çok sayıda sivilin vahşice ölümüne yol açan kimyasal saldırının Suriye krizini çok daha ciddi boyutlara taşıyacağı ve vahim sonuçlara yol açabileceği anlaşılıyor.
Bunun bazı işaretleri şimdiden belli.
- Trump yönetimi “hayvan” diye nitelendirdiği Esad’ı bu olaydan sorumlu tutuyor ve yanına Fransa’yı da alarak ona karşı harekete geçmeye hazırlanıyor. Askeri ve diplomatik alanda buna nasıl bir karşılık verileceği halen yapılmakta olan toplantıların ardından bu günlerde görülecek.
- Son günlerde Suriye’deki askerlerini geri çekmekten söz eden Trump’ın şimdi stratejisinin değişeceği anlaşılıyor. Bu olay ABD’nin Suriye’deki varlığını sürdürmesi için yeni bir gerekçe oluşturuyor.
- Bu olay, ABD ile Rusya’yı Suriye platformunda karşı karşıya getiriyor. Trump ilk kez Putin’i ismen olanlardan sorumlu
Bu hafta Türkiye-Rusya işbirliğinde kaydedilen olağanüstü gelişmeler ve bu arada Ankara’da Suriye konusunda Rus ve İran liderlerinin katılımıyla gerçekleşen üçlü zirve, Türk dış
politikasının nereye yönelmekte olduğu sorusunu gündeme getirdi.
Bu vesileyle “eksen kayması” tartışması yeniden açıldı.
Buna yol açan başlıca olay, Rusya Devlet Başkanı Putin ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki ülkeyi birbirine daha çok yakınlaştıran bazı iddialı adımlar atmalarıdır. Bunlardan biri enerji alanında Türkiye’nin ilk nükleer santralinin temelinin atılması, diğeri de güvenlik alanında S-400 hava savunma sistemiyle ilgili teslimatın daha yakın bir tarihe çekilmesidir.
İkili görüşmenin hemen ardından üçlü zirve, Türkiye’nin Astana sürecindeki rolünü gözlerin önüne serdi...
Kabahat kimde?
Bu olaylar Türkiye’nin dış politikasında bir “eksen kayması”nın olduğu konusunda özellikle Batı başkentlerinde ifade eden kaygıları haklı çıkartır mı?
Ankara Rusya ile yakınlaşmayı, bir eksen değişikliği olarak görmüyor.