Geçen cuma günkü yazımızda yabancı ülkelerin ve özellikle Batı’nın, Türkiye’nin önemsediği meselelerde çoğu zaman olumsuz tavır almasının nedenlerini anlatmaya çalışmıştık. Bu da bizi böyle durumlarda “Ne yapmalı, ne yapmamalı?” sorusuna götürüyor.
Son günlerde bu konunun Türkiye’de sıkça tartışılması, kamuoyunda bir farkındalığın ve çare arayışının başladığını gösteriyor.
Bu tartışmalarda hemen akla gelen ve üzerinde en çok durulan çare, halkla ilişkiler ve tanıtımı içeren “kamu diplomasisi”dir. Maalesef yıllardan beri Türkiye, dış dünyada kendi aleyhindeki önyargılarla baş edemedi ve kendi görüşlerini duyurmayı pek beceremedi.
Aslında günümüzde halkla ilişkiler (PR) faaliyetinin yöntemleri bellidir ve bunlar pek çok ülke tarafından başarıyla uygulanmaktadır.
Bu her şeyden önce bir organizasyon işidir: Devletin bunda öncülük yapması önemlidir ama aynı zamanda sivil topluma, düşünce kuruluşlarına, akademiyaya, medyaya, meslek gruplarına da görev düşmektedir. Yeter ki bu faaliyet alelade bir propaganda şeklinde değil, inandırıcı ve ikna edici kurallara göre yürütülsün...
Kamuoyu diplomasisi faaliyetinin etkileyici olmasının bir şartı da yapılmak istenen imaj değişikliğinin veya daha
Türk kamuoyunda Batı’nın adeta sistematik şekilde Türkiye’nin ulusal davalarına ilişkin görüşlerine ve beklentilerine hep karşı çıktığı yönünde yaygın bir kanı var.
Son olarak, Çekya’nın PYD’nin eski eş başkanı Salih Müslim’in iadesi konusunda Ankara’nın talebini reddedip onu serbest bırakması, bu algıyı pekiştiren olaylar zincirinin yeni bir halkasını oluşturdu.
Bu vesileyle yapılan yorumlarda Batı’nın Türkiye’nin önemsediği her konuda ona karşı tavır aldığı, bunun da Batılıların Türkiye’yi kendilerinden saymadıkları ve onu sevmedikleri, hatta dışlamaya çalıştıkları yönündeki tezler tekrarlandı.
Bu bağlamda bazı sorular sorularak konunun daha yakından analiz edilmesi gerekiyor: Batı Türkiye’ye karşı neden böyle davranıyor? Batı derken kimler kastediliyor? Bu tür davranışları gösteren sadece Batılılar mıdır?
Çatlak sesler
Konuyu incelerken, “toptancı” bir yaklaşımla genelleme yapmamakta fayda var. Batı denilen topluluk homojen, tek sesli bir blok değil. Hele Avrupa coğrafyasındaki ülkelerin farklı politikaları ve duruşları var. Bu bir...
İkincisi: Batı’dan gelen çatlak sesler çoğu zaman popülist politikacılardan, bir kısım medyadan, kamuoyunun belirli kesimlerinden kaynaklanıyor. Bazı
Günlerden beri Şam’ın Doğu Guta adlı banliyösünün dehşet verici halini TV ekranlarından izleyenler, BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’un bu bölgeyi “yeryüzündeki cehennem” diye nitelendirmesini çok doğru bulacaklardır.
Bombaların altında harabeye dönen koca apartmanlar, okullar, hastaneler... Binaların altında kalıp hayatlarını kaybeden çoluk çocuk dahil yüzlerce sivil... Enkazlardan zor kurtulabilen, fakat tedavilerine imkân bulunmayan yaralılar...
Evet, Doğu Guta şimdi gerçekten bir cehennem... Çeşitli muhalif grupların hâkim olduğu bu bölgede yaşayan 400 bin kişi, 5 yıldan beri Esad rejiminin güçleri tarafından kuşatılmış durumda. Rejimle bu bölgede kümelenen isyancılar arasındaki çatışmaların bedelini halk ödüyor.
On gün önce Esad’ın güçleri, Rusya’nın da desteğiyle, Doğu Guta’yı “teröristlerden temizlemek” gerekçesiyle bu bölgeye karşı yoğun hava bombardımanına girişti. Hedefin El Nusra gibi terörist gruplar olduğu belirtilmekle beraber, okul
ve hastaneler de yerle bir edildi, yüzlerce masumun canına kıyıldı...
Oyalamanın sonucu
Durumun vahim boyutlar alması üzerine, Birleşmiş Milletler’de bir hareketlenme oldu, bombardımanların durması ve aç susuz, ilaçsız kalan Guta halkına
Olay başından beri kafaları karıştırıyor...
Şaşkınlık yaratan ilk haber, Esad rejimi yanlısı bir milis gücünün Afrin’e doğru yola çıktığını öne sürüyor. Aynı haberde bunun YPG’nin Şam’dan destek talebi üzerine yapılmakta olduğu iddia ediliyor...
Çok geçmeden YPG’den çelişkili bir mesaj geliyor ve bu konuda müzakerelerin devam etmekte olduğu, henüz bir anlaşmaya varılamadığı belirtiliyor...
Ankara hemen harekete geçiyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan Putin ve Ruhani’yi telefonla arıyor, ardından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Afrin operasyonunu sonuna kadar planladığı gibi sürdüreceğini vurguluyor...
Daha sonra 20 araçlık bir milis konvoyunun Afrin’e doğru ilerlediği öğreniliyor ve Türk topçusunun açtığı ateş üzerine geri dönmek zorunda kaldığı bildiriliyor...
Suriye’nin resmi ajansı ise bazı milislerin Afrin’in merkezine ulaştığına dair bir haber geçiyor...
Bu karmaşa içinde birçok soru zihinleri kurcalıyor: Sözü geçen milisler kim? Bunlar kime bağlı? Amaçları ne? Bunun arkasında esas kimler var?
Sadece spekülasyon
ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson ile Ankara’da yapılan müzakerelerin sonucu hakkında, biri iyimser, diğeri kötümser iki görüş var.
İyimser görüşe göre, bu görüşmeler sayesinde Türk-Amerikan ilişkilerindeki kriz atlatıldı veya en azından donduruldu. İki taraf da stratejik ortaklık diye nitelendirdikleri bu ilişkileri zedeleyen sorunların çözümünü diyalogla sağlamak kararında. Bu amaçla bu uyuşmazlıkları ele alacak olan komiteler, yani ortak bir mekanizma kurulacak. Acil ve kritik meselelerin başındaki YPG’nin Menbiç’ten çıkarılması konusu mart ayında gündeme getirilerek bir sonuca ulaşmaya çalışılacak.
Karamsar görüşe göre ise, Ankara’daki görüşmeler mevcut sorunları halletmediği gibi, ilişkilerin düzeleceği umudunu da vermedi. Burada birtakım sözler verilmiş de olsa, geçmişteki tecrübeler ABD’nin verdiği sözleri tutmadığını gösteriyor. Şimdi de ABD’nin örneğin YPG konusunda Türkiye’yi oyalamak istediği kanısı yaygın. Aradaki güvensizliği giderecek herhangi somut bir sonuç alınmadı. Ortak mekanizma konusuna gelince, bu da amiyane deyimiyle işi komisyona havale etmekten başka bir şey değil...
Olumlu, olumsuz
Aslında iki görüşün de doğru veya haklı tarafları var.
Ankara’daki
Türk ulusunun gece gündüz bütün dikkatini Suriye cephesi üzerinde topladığı bir sırada, Ankara, sınırlarının başka bir kesiminde, farklı kriz alanlarıyla karşılaşıyor.
Son gelişme Ege Denizi’nde Yunanistan’la, Doğu Akdeniz’de de Kıbrıs Rum Yönetimi’yle yaşanan gerginliktir.
Tabii ki Türkiye’nin esas sorunu ve önceliği Suriye’deki olaylarla ilgili. Bu olaylar, Türkiye’nin güvenliği ve bekası açısından hayati önem taşıyor. Ankara bir yandan sahada askeri, diğer yandan uluslararası platformda diplomatik bir mücadele veriyor.
Bu bakımdan şu günlerde gerçekten hayati öneme sahip, tarihi bir dönem yaşanıyor.
Ege’de sürtüşme
İşte tam bu ortamda, yukarıda sözünü ettiğimiz iki kriz yaşanıyor.
Ege’deki olan ne? Ta 1996’da Türkiye ile Yunanistan arasında Kardak Kayalıkları üzerinde çıkan, sonradan yatıştırılan, fakat zaman zaman tekrar alevlenen krizin bir devamı... Bu kez o bölgede Türk ve Yunan savaş gemileri karşı karşıya geldi, hatta iki gemi birbiriyle çarpıştı...
Gerginlik tırmanırken neyse ki
Yedi yıl önce Suriye’de rejime karşı kalkışmanın ilk kıvılcımları görüldüğünde çok kimse bunun ülkeyi bir ateş çemberine çevireceğini ve bu yangının yayılarak yıllarca süreceğini tahmin etmemişti.
Suriye bu zaman içinde sadece çok kanlı ve amansız bir iç savaşa sürüklenmekle kalmamış, bölgesel ve küresel birçok aktörün de boy ölçüştüğü ve çatıştığı bir sahneye dönüşmüştür.
Olayların akışı ülkede birbirinin peşinde birçok cephenin açılmasına, kimin kimin yanında veya karşısında yer aldığının tam anlaşılamadığı bir kargaşaya yol açmıştır.
Arap Baharı’nın yayıldığı bir sırada Suriye’de de halk sokaklara döküldüğünde
ilk çatışmalar tek bir cephede, Esad rejimiyle onu devirmek isteyen muhalifler arasında cereyan ediyordu. Çok geçmeden muhalif gruplar çoğaldı, yeni cepheler oluştu ve dış aktörler de perde gerisinde yerlerini aldı...
Çeşitli muhalif grupların rejimle savaştığı bir ortamda IŞİD’in veya DAEŞ’in ortaya çıkmasıyla yeni bir cephe oluştu. Bu bölgesel ve küresel aktörlerin aktif olarak devreye girmesine ve “vekâlet savaşı” için dizginleri ele almasına yol açtı.
DAEŞ’in ölümcül bir darbe yemesinden sonra Esad rejimi -ve onun arkasındaki dış destekçileriyle- El Nusra ve
Türkiye’nin Avrupa ile yakınlaşma çabasında olduğuna ilişkin işaretler var.
Cumhurbaş-kanı Erdoğan’ın Fransa’dan sonra Vatikan’a ve İtalya’ya yaptığı ziyaret bu girişimler zincirinin son halkaları...
Türk hükümeti vize serbestisi mutabakatının hayata geçirilmesi için yerine getirilmesi istenen yükümlülüklerle ilgili çalışmalarını tamamladı ve 72 maddelik metinleri AB Komisyonu’na iletti...
Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin çeşitli sorunların ele alınması için önümüzdeki ay (26 Mart’ta), dönem başkanı Bulgaristan’ın Varna kentinde, Erdoğan’ın da katılacağı ortak bir Türkiye-AB zirvesi yapılacak...
Son zamanlarda (özellikle geçen yıl) Türkiye’nin bir kısım Avrupa ülkeleriyle ilişkilerinin gerginleşmesinden sonra, bu gelişmeler Türkiye’nin Avrupa’ya yeniden yönelme arzusunu ortaya koyuyor.
Vatikan’ın tutumu
Cumhurbaşkanı’nın Vatikan’ı ziyaretinin amacı, Katolik ve hatta tüm Hıristiyan dünyasının Türkiye’nin Kudüs ve diğer uluslararası sorunlar üzerindeki duruşunu yansıtmaktı. Papa ile görüşme kuşkusuz önemli bir PR -yani kamuoyuna duyurma- işlevini yerine getirmiştir.
Kudüs meselesinde Erdoğan’ın, ABD Başkanı Trump’ın kutsal kentin İsrail’in başkenti olarak tanıma kararına karşı açtığı kampan