Batı başta olmak üzere dünya hiç Türkiye’deki seçimlere bu kadar yoğun bir ilgi göstermemişti...
Seçim günü ve gecesi uluslararası ajansların, televizyon kanallarının ve başlıca yabancı gazetelerin manşetleri hep bu konudaydı.
Bu ilgi Türkiye’nin siyasi hayatında belirleyici bir rol oynayacak olan Başkanlık ve Meclis seçimlerine olduğu kadar, Türkiye’nin giderek artan bölgesel ve küresel rolüne verilen önemi de gösteriyor.
Türkiye’de olduğu gibi yurt dışında da seçimlerin olası sonuçları üzerinde çeşitli tahminler öne sürüldü, farklı senaryolar ortaya kondu. Bu fikir egzersizlerine yalnız politikacılar ve diplomatlar değil, Türk ekonomisinin geldiği hassas aşamayla ilgilenen finans çevreleri de katıldı.
Aslında seçimlerin sonucu çoğu dış gözlemci için bir sürpriz olmadı. Ancak bir “ikinci tur” bekleyenler de vardı. Ama öyle olmadı ve Recep Tayyip Erdoğan ilk turda yeni dönemin ilk Cumhurbaşkanı olarak seçilmeyi başardı.
Bu başarıyı pek çok yabancı TV ve gazete, “Erdoğan’ın Zaferi” diye nitelendirdi. “France-24” televizyonu; gece boyunca sürdürdüğü özel programlarından birinde Cumhurbaşkanı’nın 15 yıllık seçim başarılarını hatırlatarak “Yenilmez Erdoğan” sıfatını kullandı...
Demokrasi
Geçen salı günkü yazımızda, başta Başkan Trump’ın açtığı ticaret savaşı olmak üzere, dünya siyasetinde ve ekonomisinde cereyan eden son gelişmelerin uluslararası dengeleri değiştirmekte olduğunu yazmıştık.
Bu verilere göre, dünya düzeninde şöyle yeni bir trend ortaya çıkıyor: Son yıllarda yaygınlaşan liberalleşme ve küreselleşme akımına karşı, himayeci ve milliyetçi politikalar rağbet görmeye başlıyor... Trump Amerika’sı tek yanlı hamlelerini sadece Çin’e karşı değil, Meksika ve Kanada gibi yakın komşularına ve Avrupa müttefiklerine karşı da yöneltmekten çekinmiyor... Bir dizi gelişme Trans-Atlantik blokunda ciddi bir gedik açtı: ABD ile Avrupa’nın arasında (“göze göz, dişe diş” derecesinde) bir ayrışma ortaya çıktı... Avrupa Birliği’nde de birçok meselede kendi içinde çatlaklar beliriyor...
Zarar-yarar hesabı
Bu gelişmeler Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Türk dış politikası bu yeni trendler karşısında nasıl bir yol izleyecek?
Etki bağlamında söylenebilecek şey, dünya düzeninde görülen değişikliklerin Türkiye için bir yandan zorluklar, diğer yandan da fırsatlar yarattığıdır.
Dış politikanın yönelişi bağlamında söylenebilecek şey ise bu yeni trendi şimdiden çok yakından izlemekte ve
Resmen ilan edilmemekle beraber, dünyanın bir ticaret savaşına sahne olduğunun belirtileri apaçık ortada...
Bu savaşı başlatan olay, ABD Başkanı Trump’ın çelik ve alüminyum ithalatı üzerinde gümrük vergisi koyarak birçok ülkeyle uyguladığı serbest ticaret kurallarını çiğnemesidir. Bu ülkelerin ABD’den ithal ettikleri birtakım mallar üzerinde aynı şekilde vergiler koyarak misillemede bulunması, bu savaşı hızla kızıştırdı.
Bu olaylar zincirinin son halkasında Çin, aynen ABD gibi, 50 milyar dolarlık bir ithalat listesine yüzde 25 oranında bir gümrük tarifesi uygulamaya karar verdi. Şimdi de Trump’ın daha ağır bir misillemede bulunması bekleniyor.
Bu arada Trump’ın Kanada’dan Meksika’ya, Almanya’dan Japonya’ya kadar en yakın ticaret ortaklarına yeni gümrük vergileri koyması ve G-7 Zirvesi’nde müttefik ülke liderlerine hakaretler yağdırması, bu cephede de bir “göze göz, dişe diş” hareketinin başlamasına yol açtı. AB’nin 28 üye ülkesi oy birliğiyle bazı Amerikan mallarını yeni gümrük listelerine dahil etti...
Trump doktrini
Trump’ın dünya ekonomik ve siyasal düzenini sarsan davranışının temelinde onun “Önce Amerika” diye sloganlaştırdığı doktrini yatıyor. Trump ABD’nin dış ticarette yakın
Singapur’daki zirveden kim daha kazançlı çıktı: ABD Başkanı Donald Trump mı, Kuzey Kore lideri Kim Jong-un mu?
Kim tarafı kendinden çok emin: Tek ağızdan “Biz kazançlıyız” diyor...
ABD cephesinden farklı sesler yükseliyor: Trump yönetimi kendi zaferini ilan ediyor. Ancak Trump’ın gereksiz tavizler verdiğini düşünenler var.
Aslında iki rakip liderin ilk kez bir araya gelip bazı temel noktalarda prensip mutabakatına varması, diplomasinin zaferidir. Bundan da kazançlı çıkan, bütün dünyadır.
Bunun değeri, daha birkaç ay öncesine kadar dünyanın bir nükleer savaş tehlikesi ve korkusu geçirdiği hatırlanınca daha iyi anlaşılır. Aynı şekilde Singapur zirvesi eğer bir fiyaskoyla sonuçlansaydı, çıkacak krizin dünya siyasetini ve ekonomisini nasıl sarsacağını bir düşünün…
Yeni bir süreç
Şimdi gelelim Trump’ın ve Kim’in bu buluşmadan ne kazandığı -ya da kazanmadığı- konusuna.
ABD Başkanı’nın en önemli kazancı,
Olacak mı, olmayacak mı derken, nihayet oluyor... ABD Başkanı Donald Trump ile Kuzey Kore lideri Kim Jong-un bugün Singapur’da bir araya geliyor.
Bütün dünyanın büyük dikkatle izlediği bu olayın en önemli yanı, bu buluşmanın gerçekleşmiş olmasıdır.
Daha birkaç ay öncesine kadar Trump ile Kim arasındaki restleşmenin dünyayı bir nükleer felakete sürüklemesinden korkuluyordu...
Şimdi zirvenin gerçekleşmesinden herkes memnun. Ama sanıyoruz en fazla memnun olan Kim Jong-un’dur. Kuzey Kore böylece uluslararası meşruluk kazanıyor, dünya siyasetinde yer alıyor. Kim, ısrarla yürüttüğü nükleer programı ve ülkesine kazandırdığı askeri güç sayesinde Trump’ı dahi kendisiyle görüşmeye razı edebildi...
Trump da Kuzey Kore’ye karşı savaş tehdidi ve yaptırımlar sayesinde Kim’i nükleer denemeleri durdurup müzakere masasına oturtmayı başardı...
Şimdi önemli olan, bu zirvenin bir anlaşma zemini sağlayıp sağlamayacağıdır. Bu her şeyden önce beklentilerin ne olduğuna bağlı. İlk beklenti, 1950-53 Kore Savaşı’ndan günümüze kadar süren ateşkes durumunun nihayet bir barış anlaşmasına dönüştürülmesidir. Zirvede bu konuda bir prensip anlaşmasına varılabilir. Ama asıl zor olan mesele, Kore Yarımadası’nın nükleer
Türkiye ile ABD arasında Menbiç konusunda varılan anlaşmanın önemini şu üç noktada özetleyebiliriz:
1) YPG’nin bu stratejik kasabadan çekilmesi ve silahlarını bırakması ile PKK’nın uzantısı olan örgütün Kuzey Suriye’de, Fırat’ın batısındaki bölgedeki varlığı son buluyor. Böylece PYD/YPG yöneticilerinin Akdeniz’e kadar uzanan bir “Kürt koridoru” kurma hayali buharlaşıyor.
2) ABD uzun bir tereddüt sürecinden sonra, Ankara’nın ısrarlı talebini kabul etti ve bir bakıma Türkiye ile PYD/YPG arasındaki tercihini eski müttefiklerinin lehinde kullandı. Bu, Washington’un Türkiye ile kriz yaratan diğer sorunları da daha uzlaşıcı bir yaklaşımla ele alabileceğini gösterdi. Nitekim Menbiç anlaşmasından hemen sonra FETÖ konusunda da ortak çalışma başladı. Trump yönetiminin şimdi diğer hassas konularda (bu arada F-35 uçaklarının tesliminde de) daha anlayışlı davranması bekleniyor.
3) Türkiye’nin Menbiç ile ilgili planı, gecikmeli de olsa, nihayet uygulamaya konuyor. Oysa birkaç hafta öncesine kadar neredeyse Türk ve Amerikan askerleri Menbiç’te çatışma noktasına geliyordu. Bu, diplomasi ve diyalogla en çetrefil sorunların hâl yoluna sokulabileceğini de gösteriyor...
Ancak Menbiç süreci yeni yolun
Resmi beyanlara göre, Türk dış politikasının temel ilkelerinde ve stratejik hedeflerinde bir değişiklik yok. Zaman zaman iddia edildiği gibi dış ilişkilerde bir “eksen kayması” da söz konusu değil...
Seçimler münasebetiyle iktidar partisinin ve diğer ana akım partilerin yayınladıkları beyannamelerin dış politika bölümünde bu temel pozisyonun korunduğu, örneğin ABD ile müttefiklik ilişkilerinin ve AB ile üyelik müzakerelerinin devamının stratejik öncelikler arasında sayıldığı görülüyor.
Gene resmi beyanlara göre, siyasi partiler “çok boyutlu” dış politika konseptini de benimsiyorlar; yani yakın veya uzak diğer ülkelerle de sıkı ilişkiler kurmayı amaçlıyorlar.
Aslında bu Türk dış politikasında yeni bir konsept değil. Ankara daha Soğuk Savaş’ın son yıllarında böyle “blok dışı” çok yanlı bir dış politika izlemeye başlamıştı. Soğuk Savaş’tan sonra bu politika daha da belirgin hale geldi.
Şartlar değişince...
Ancak son zamanlarda dış politikada “yeni boyutlar” ağırlık kazanırken, Batı ile ilişkilerin artık eskisi gibi devam etmediği ve dolayısıyla temelde olmasa da pratikte bazı önemli değişikliklerin yer almaya başladığı ortaya çıktı.
Bunun nedenlerini anlamak zor değil. Başlıca neden, Soğuk
Geçen mart ayının başında İtalya’da yapılan parlamento seçimlerinin sonucu, ülkeyi bir siyasal belirsizlik dönemine sokacağının işaretini vermişti.
Bu seçimlerde ilk kez iki popülist ve radikal parti -“Beş Yıldız” ile “Kuzey Ligi”- öne çıkmış, merkez sağ ve sol partiler hezimete uğramıştı.
İtalya aslında yıllardan beri karmaşık siyasal yapısı nedeniyle koalisyonlarla zor yönetilebilen ve sürekli hükümet krizleri geçiren bir ülke. Bu bakımdan, mart seçimlerinden sonra yaklaşık 3 ay hükümetsiz kalması şaşırtıcı değil.
Ne var ki şimdiki kriz, alışılagelen türden bir hükümet krizi değil. Bu, ciddi bir siyasal ve ekonomik bunalımın yansımasıdır. Bu aynı zamanda yaşlı kıtada “çizme”yi aşan ve Avrupa coğrafyasını da etkileyen bir kriz...
Alternatif olmayınca...
Seçim sonuçlarına göre geleneksel ana akım partilerden bir koalisyon hükümetinin kurulamayacağı belliydi. Dolayısıyla, bütün çabalar iki popülist partinin bir araya getirilmesi üzerinde odaklandı. Gerçi “Kuzey Ligi” ile “Beş Yıldız” partisinin ideolojik ve stratejik eğilimleri birbirlerinden epey farklıdır. Ama ana akım partilerinin alternatif olmaktan çıkması, buna karşılık kendilerinin köklü değişimden yana olması, fiilen bir