Türkiye’nin yıllık AB karnesi yayınlandı. Bu karneler Türkiye’nin toplumsal, siyasal, ekonomik resmini göstermek bakımından kuşkusuz ki yararlı. Ne var ki, AB Komisyonu raporlarının Türkiye üzerindeki etkisi ve önemi her yıl biraz daha azalıyor.
Raporların amacı, AB’e tam üyelik için görüşmeler yapılan bir üyenin AB’nin siyasal, ekonomik ölçütlerine uyup uymadığının, üyelik için gereken yükümlülükleri yerine getirme kapasitesine sahip olup olmadığını saptamak. Oysa, Türkiye ile AB arasında tam üyelik görüşmelerinin başladığı 2005 yılına göreli olarak Türkiye’nin üyeliği daha yakın değil, daha uzak. 18 başlık, Kıbrıs Rum Yönetimi ya da Fransa’nın tutumu nedeniyle askıya alınmış durumda. Görüşmeye açılan başlıklar ise kapanmamış. Yakında üzerinde görüşme yapılacak başlık kalmayacak.
Kıbrıs bu aşamada en büyük engel gibi gözüküyor. Türkiye’de kamuoyu, KKTC ile ilgili olarak verdiği sözleri tutmayan, son olarak KKTC’nin izolasyonunu hafifletecek tüzüğü de yaşama geçirmeyen AB’nin, Türkiye’den limanlarını Kıbrıs Rum Yönetimi gemilerine açmasını istemeye hakkı bulunmadığını düşünüyor. Genişlemeden sorumlu AB Komisyonu üyesi Stefan Fule Türkiye-AB ilişkilerinde bir tren kazasından söz
B.M. Genel Sekreteri Ban Ki-moon, KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ve Güney Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Dimitris Hıristofyas ile 18 Kasım’da New York’ta bir görüşme yapacak. Görüşmenin amacı iki lider arasında sürdürülmekte olan görüşmelerdeki tıkanıklıkları aşmak.
Financial Times’ta çıkan bir yorumda,18 Kasım toplantısının çözüm için son şans olduğu, olumlu bir sonuç alınamazsa, Kıbrıs’ın resmen bölünebileceği belirtiliyor.
İkili görüşmelerdeki temel sorunun, mülkiyet sorunu olduğu anlaşılıyor. Oysa, mülkiyet sorununun çözümünün çerçevesi AİHM’nin Xenides-Arestis/Türkiye (7.12.2006) ve Demopoulos ve diğerleri/Türkiye (1.3.2010) kararlarında belirlendi. Her iki kararda da AİHM, 1500 Kıbrıslı Rum’un açtığı davalarla ilgili olarak, KKTC’de kurulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nun (TMK) etkili bir iç hukuk yolu olup olmadığını inceledi.
Xenides-Arestis kararında, AİHM, TMK’nin ilke olarak etkili bir iç hukuk yolu olduğunu kabul etti. Demopoulos kararında ise AİHM şu noktaların altını çizdi:
AİHM’ye göre, zaman faktörü mülkiyet hakkının içeriğini etkilemekte. Aradan gecen 36 yıl içinde Kıbrıslı Rumların kuzeyde bıraktıkları taşınmazlar el değiştirmiş, Rum malikler ya da
AİHM Büyük Dairesi 2 Kasım 2010 tarihinde önemli bir karar verdi. Şerife Yiğit/Türkiye kararının konusu imam nikâhı ile yapılan evlilikler.
Şerife Yiğit, İslahiye’de Ömer Koç ile imam nikahı ile evleniyor. 26 yıl birlikte yaşıyorlar. 6 çocukları oluyor. Ömer Koç 2002 yılında ölüyor.
Şerife Yiğit, Ömer Koç ile yaptığı evliliğin resmi nikâh olarak tescil edilmesi için yargı yoluna başvuruyor. Mahkeme, bu istemi reddediyor.
Şerife Yiğit aynı zamanda kocasının Bağ-Kur aylığı ile sağlık sigortasını mirasçı olarak üstüne geçirmek istiyor. Bu istemi de kabul edilmiyor.
Bunun üzerine Şerife Yiğit AİHM’e başvuruyor.
AİHM Büyük Dairesi, başvurucunun, kocasının Bağ-Kur emekliliğinden ve sağlık sigortasından yararlanamaması şikâyetini hem mülkiyet hakkı bakımından ayrımcılık yapılması (Sözleşme’nin 1 No’lu Protokolü’nün 1. maddesi ile birlikte 14. madde), hem de aile yaşamına saygı gösterilmesi (8. madde) açısından inceliyor.
AİHM içtihadına göre, ayrımcılıktan söz edebilmek için aynı statüde olan kişilere farklı işlem yapılması ve bu farklılığın makul bir nedenden kaynaklanmaması gerekiyor. Olayda, Şerife Yiğit’in, resmi nikâhla evli olanlardan farklı bir işleme tabi tutulduğunu AİHM
Türkiye’deki tutukluluk sorununa ilişkin olarak yazdığım kaçıncı yazı olduğunu bilmiyorum. Ama insanlar cezaevlerinde hukuka aykırı olarak tutulup çürümeye mahkûm edildikleri, tutuklama bir koruma önlemi değil, bir ceza niteliği taşıdığı sürece yazmayı sürdüreceğim. Çünkü bu sorun çözülmedikçe, Türkiye’de ne özgürlükten ne de hukuk devletinden söz etmek olanağı var.
Tutukluluktan söz ederken iki temel ilkeyi göz önünde bulundurmak gerekir. Birincisi, temel kural yargılamanın tutuksuz yapılması. Tutuklama bu kurala istisna. Sanığın masumluk karinesinden yararlandığı unutulmamalı. İkincisi, tutuklamaya itiraz ve bu itirazla ilgili yargı kararının ana davadan bağımsız bir süreç olması. O nedenle atılan suçun ağırlığı, niteliği gibi gerekçeler tutuklamanın sürmesini haklı göstermez. Aynı nedenle, tutuksuz olarak yargılanmak da, davanın mahkûmiyetle sonuçlanmayacağı anlamına gelmez.
AİHM’nin pek çok sayıdaki kararı, Türkiye’de tutukluluk kurumunun iyi çalışmadığını, insanların haksız yere özgürlüklerinden yoksun bırakıldıklarını göstermekte. Cahit Demirel/Türkiye (2009) kararında, AİHM, Türkiye’de yargılama sisteminden ve yasadan kaynaklanan “yaygın ve sistematik” bir sorun
Türkiye Cumhuriyeti yeni bir ulus devletin kurulmasıyla birlikte büyük bir kültürel dönüşümü gerçekleştirdi. Osmanlı kültürü ile bağlarını radikal bir biçimde koparan Cumhuriyet, yeni bir ulusal kültür yaratmaya girişti. Laiklik, harf, kıyafet, hukuk, dil devrimleri, kadın hakları yeni bir Cumhuriyet kültürü doğurdu. Evrenselliği, çağdaşlaşmayı amaçlayan bu kültürün demokratikleşmeye yol açması kaçınılmazdı. Bugünün standartlarına göre demokratik olmayan, ancak 1930’ların demokrasi standartlarına aykırı düşmeyen, uluslararası alanda kabul gören ve saygı duyulan Cumhuriyet rejimi, demokrasinin tohumlarını da içinde taşıyordu.
Nasıl ki, savaş sonrasında Batı’daki demokratikleşme akımı Türkiye’yi de etkiledi. 1950 seçimleri ile Türkiye’de iktidar demokratik yoldan el değiştirdi. 1950 seçimleri Cumhuriyet’in demokratikleşme yolundaki en önemli kazanımlarından biriydi. Bundan sonra Cumhuriyet’in çağdaş uygarlığı yakalaması demokrasiyi, çoğulculuğu, insan haklarını, hukuk devletini içselleştirmesine bağlıydı. Bu alanlarda önemli mesafeler alınmasına karşın, askeri müdahaleler, geleneksel yapılar demokrasi kültürünün gerçek anlamıyla yerleşmesini önledi.
Din Anadolu insanının yaşamında
Son günlerdeki türban tartışması bu konudaki AİHM kararlarını gündeme getirdi.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din ve vicdan özgürlüğüne ilişkin 9. maddesi iki türlü özgürlükten söz eder. Birincisi, içe dönük inanma ya da inanmama özgürlüğü. Bireyin iç dünyasına ilişkin bu özgürlüğe devlet karışamaz.
İkincisi, inancın dışa vurulması özgürlüğü. Bu özgürlük kamu düzeni, ahlak ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması gibi nedenlerle sınırlanabilir. Ancak bu sınırlamaların yasal dayanağının bulunması ve demokratik bir topluma uygun olması gerekir.
9. maddede yazılı olmayan, içtihatla oluşan bir sınırlama daha var. Dinsel saikle yapılan her davranış din ve vicdan özgürlüğüne girmez ve Sözleşme tarafından korunmaz. Bunun nedeni açık. Dinsel saikle yapılan her davranış inanç özgürlüğüne girerse, dinsel kurallar hukuk kurallarının önüne geçer. Herkes kendi hukukunu uygulamaya baslar. Hukuk devleti ortadan kalkar.
AİHM, İstanbul Üniversitesi’nin Anayasa Mahkemesi kararına dayanarak aldığı, türban yasağına ilişkin (gerçekte yasak, hangi dinden olursa olsun, tüm dinsel simgeleri kapsıyor), Leyla Şahin davasını da bu çerçevede inceledi. AİHM açısından sorun kılık
İnsan topluluklarını özgürlük açısından ikiye ayırabiliriz. Özgür toplumlar ve korku toplumları. İnsanlar düşüncelerini başlarına bir şey gelme, tutuklanma, cezaevine konulma korkusu olmadan açıklayabiliyorlarsa, özgür bir toplumda yaşadıklarını söyleyebiliriz. Buna karşılık, rahatsız edici, muhalif düşünceleri açıklayanlar bunun karşılığında bir bedel ödüyorlarsa bir korku toplumundan söz edebiliriz.
Örneğin, Başbakan konuşurken “Parasız eğitim istiyoruz” diye pankart açan öğrenciler 7 aydır tutukluysa, Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı protesto eden gençler yerlerde sürüklenip dövülüyorsa, iktidarı eleştiren bir basın grubu eşine rastlanmadık vergi cezaları ile cezalandırılıyorsa, muhalefet eden gazeteciler işten atılıyorsa özgür bir toplumdan söz etmek güçleşir.
Özgür toplumlarda bireyler, özel yaşamlarının devletin müdahale alanının dışında kaldığına, devlet tarafından korunduğuna inanarak yaşarlar. Bir toplumda herkes telefonunun dinlendiğine inanıyorsa, dinlenen telefon konuşmaları gazetelerde açıklanıyorsa, yasadışı dinleyenler değil de, dinlenenlere yaptırım uygulanıyorsa bir korku toplumu oluşmuş demektir.
Korku toplumu olmak mutlaka özgürlüklerin yok edilmesi anlamını
Her şey gözümüzün önünde olup bitiyor. Film senaryoya uygun bir biçimde akıp gidiyor. Oyuncular sıraları geldikçe çıkıp rollerini oynuyorlar. Senaryoyu biliyorsanız filmin sonunu merak etmezsiniz.
Önce Anayasa değişti. 12 Eylül Anayasası’nı değiştirmek bahanesiyle. İnanmak isteyen inandı. Oysa asıl amaç ortadaydı. Rahatsızlık veren bir yargı vardı. Yargıyı yürütmeye bağlayarak bu rahatsızlığın ortadan kaldırılması gerekirdi. Anayasa Mahkemesi’ne seçilen iki üye, Mahkeme’nin bundan sonra nasıl çalışacağı hakkında bir fikir veriyor.
HSYK’nın 10 üyesi için yapılan seçimlerde, daha önce gazetelerde Adalet Bakanlığı’nın listesi olarak çıkan listede yer alan 10 kişi seçildi. Sn Bakan liste hazırlamadıklarını söylüyor. Ama rastlantının böylesi de görülmemiş. Adalet Bakanlığı’nın liste hazırlamadığını, seçimleri etkilemek için hiçbir şey yapmadığını varsaysak bile, ortada üzerinde durulması gereken gerçekler var.
Eski HSYK’da sadece Adalet Bakanı ve Müsteşar’ının bulunması eleştiri konusuyken, simdi bunların yanında Adalet Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, Personel Genel Müdürü, Adalet Akademisi Müdürü de HSYK’ya üye oldular. Oysa seçimlerin amacı kürsü yargıçları ve savcılarının HSYK’da