Üstü başı perişan, zavallı durumda... Hiç olmaması gereken halde. Sevimli yüzde emanet duruyor o acıklı hal...
Her halinden belli, çocukluğunun tüm doğallığı gizlenmiş baskıyla. Aslında o kadar tatlı ki ne ona biçilen rol engellemeye yetiyor şirinliğini ne darmadağın saçları ne de ayağındaki yırtık terlik, kırış kırış ve kir içindeki elbisesi...
Hiç suçu yok içinde olduğu bu durumdan. O seçmedi böyle bir yaşamı, kendini buldu çaresizliğin tam da orta göbeğinde.
Çaresizlik yapışmıştı daha doğduğu gün o çıplak bedenine. Ne yaptığının bile farkında değil ama çok iyi öğretilmiş tazecik zihnine görevi. Ne isteniyorsa onu yerine getirmeye çalışıyor, başka ne yapabilir ki?..
Bazen yağmur yağıyor, bazen soğuk oluyor hava, tir tir titretiyor... Bazen de güneş yakıyor küçücük bedenini. Amma ne soğuk ne de kavurucu sıcak durdurabiliyor, onu oraya atan zihniyeti...
Araçlara kırmızı ışık yandığında görüyoruz bize uzanan elini... Zaman zaman bir köşebaşında çıkıveriyor karşımıza. Bazen bir kafede ya da restoranda otururken yanıbaşımızda beliriveriyor.
“Bir ekmek parası”yla başlıyor sözleri, ona ezberletildiği gibi de geliyor gerisi. Üzülüyoruz haline, içimizden birşeyler cız ediyor.
İZMİR’İN önemli markalarından Ege-Koop, sadece ev yapıp modern şehirler kazandırmıyor.
Çeyrek asrı geride bırakan bu köklü kuruluş aynı zamanda aydınlık yarınları da inşa ediyor.
Yaratanı ve yaşatanı halktan aldığı destekle eğitim ve kültür-sanat etkinlikleri gerçekleştiriliyor. Toplumun verdiği güçle toplum için çalışılıyor.
Ege-Koop bünyesindeki danışma kurulunun belki Türkiye’de örneği yok. Fikir önderlerinin buluştuğu bu geniş ölçekli platform, sağlıklı kentleşmeden sağlıklı beslenmeye hepimizi ilgilendiren her konuda ufuk açıyor, yol gösteriyor.
Bir de paneller var. Geçen hafta 40’ıncısı düzenlendi. “40 kere maşallah” dedirtecek gibiydi, müthişti.
Anayasa değişikliği ele alındı. Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’yla YÖK’ün eski başkanı, anayasa hukukçusu Prof. Dr. Erdoğan Teziç konuşmacı olarak katılınca Konak AKM tıklım tıklım dolmuştu.
Ustamız, Ege-Koop Danışma Kurulu Başkanı Öcal Uluç’un yönetimindeki oturumda Türk Parlamenterler Birliği İzmir Şube Başkanı Metin Öney ve gazeteci-yazar Şükran Soner de konuşmacıydı.
BİR kentin yeşil alanı ne kadar çoksa o kadar yaşanılabilirdir. Yaprakların rüzgarda salındığı, kuşların ağaç dallarında ötüştüğü, çiçeklerin o narin güzellikleriyle toprağı örttüğü yerler huzur verir.
Ne zaman şehrin hengamesinden bıksak; kırlara, ormanlara, sakinliğin ömür sürdüğü alanlara gitmek istemez miyiz? Oralara kavuştuğumuzda gökyüzünün mavisiyle doğanın güzellikleri arasında mutluluğu avuçlamaz mıyız?
Biliriz ki yeşilin kucağında içimize ferahlık süzülecek, bedenimiz ve ruhumuz canlanacak.
İzmir bu açıdan şanslı. Çünkü tam göbeğinde 360 bin metrekarelik bir orman, Kültürpark var.
Havadan bakıldığında yeşil bir nazar boncuğu gibi durur bu koca park. Beton denizinde şehrin can simididir adeta. İzmir’i; tıpkı Körfez’i, Kordon’u gibi çok farklı kılan çok özel yerdir.
Unutulmaz Belediye Başkanı Behçet Uz, 1936 yılında İzmir’e bu alanı kazandırarak bizlere, yarınlara en büyük iyiliği yapmıştır.
Çocuğumuzun gözümüzün önünde nasıl da büyüyüp serpildiğini anlayamadığımız gibi...
Koşuşturmacasına kapılıp gittiğimiz kentlerdeki değişimi (ya da değişmeyeni) de fark edemez insan.
Birşeyler olur ama bakar bakar göremeyiz. İşte o zaman uzaktan bir göz gerekir. O göz bize göremediklerimizi gösterir, farkı fark etmemizi sağlar.
Uzaklardakilerin İzmir için söyledikleri de bu nedenle önemlidir, kulak vermek, dikkate almak gerekir.
Biz, “Ege’nin incisi, Akdeniz’in yıldızı” deyip toz kondurmazken... Onlar, “Güzel bir kent” diye söze başlar, ‘ama’yla devam eder...
Uzaklardaki dostlara göre İzmir, hak ettiği yerde değil ve yatırıma aç!
Önceden İstanbul, Ankara ve Bursa’yla karşılaştırıp, “Onlar aldı başını gidiyor” derlerdi.
ADAMIN biri çıktı, elinde silah gözüne kestirdiğini öldürdü.
İzmir’de güvenlik kamerası sistemi olmadığı solan üç canın ardından anlaşıldı.
Birşeylerin değişmesi için illa can yanması şart bu ülkede.
Günlerdir tartışılıyor, “Neden MOBESE yok” diye...
Olsa ne olacak, katilleri daha kısa sürede yakalamaktan başka!
Yine yanlış noktadayız.
Adamın yakalanmaktan korkusu yok ki zaten.
ÖĞRENCİLERİMİZ...
Karpuzun ağaçta yetiştiğini, sütün fabrikada imal edildiğini düşünüyorsa...
Yeşilçam uydurması “dünyayı kurtaran adamın” tarihte gerçek olduğunu zannediyor...
Asıl milli kahramanların adı ise bir kulağından girip diğerinden çıkmışsa ya da onları hiç duymamışsa...
Mesela, “Hasan Tahsin kimdir?” sorusu üzerine suspussa ve bu öğrenci İzmir’de yaşıyorsa...
Çarpım çetveli karşısında çarpılıp kalıyor, “Altı kere yedi kaç eder” denilince taş kesiliyorsa...
Bırakın yakın-uzak tarihte olup biteni, Türkiye’nin kaç coğrafi bölgesi olduğunu...
Avrupalı olalım derken... Başımıza öyke bir çorap ördük ki, korku kapanına kısılıp kaldık!
Adli takip ve ceza sistemini değiştirdik... Polisin, savcının, hakimin elini kolunu bağladık.
Bize uymayan uygulamalarla kelepçeyi suçlulardan çıkardık, masuma taktık.
İdamı kaldırdık, ama yağlı ilmeği suçsuz günahsız vatandaşa geçirdik.
Ülke suç cehennemine döndü.
Eli bıçaklı, beli silahlı magandalar dehşet saçıyor.
‘Trafikte yol vermedin’ diyor, vuruyor.
“Öğretmenim, canım benim” diye başlayan...
O cıvıl cıvıl şarkıdaki öğretmenler çoktandır yok.
Eskiden anne ve babaların, “Artık size emanet hocam” diyerek çocuklarını teslim ettiği...
Yedi yaşında aldığı öğrenciye sadece kağıtta yazılı olanları değil, hayatı da okumayı öğreten...
Hem ana hem baba olan, pek çok sevilen...
12 yaşında eline ilkokul diplomasını verince ancak öğrencisiyle vedalaşan...
Ama bir ömür boyu unutulmayan, her bayramda eli öpülen...