Sublimotion, adam başı 2 bin 380 dolarlık faturasıyla yıllardır dünyanın en pahalı restoranı durumunda.
Zengin çocuklarının sevgililerine hava atmak için gidebilecekleri bir yer değil Sublimotion.
Şef Paco Roncero, her gece sadece 12 müşteri kabul ediyor ve o 12 kişi aynı masada oturuyor.
Üç saat süren yemek boyunca, müşteriler 20 çeşit Akdeniz yemeği yorumunu tadıyor ve projeksiyonlar ve VR cihazlarıyla her yemekte bir başka atmosferin içine giriyor, farklı zamanlara yolculuk yapıyor.
Dijital çağ artık sadece damak zevkine değil tüm duyulara hitap eden restoranlar yaratıyor ki bu moda bize de gelir mutlaka yakında...
Klasik bir Japon restoranı olan New York’taki Masa’dan da söz etmezsem olmaz.
Bir restoran düşünün ki, rezervasyonunuzu yemeğe 48 saatten daha kısa bir süre içerisinde iptal ettirseniz kişi başı 200 dolar tazminat ödüyorsunuz. Masa’da iki kişilik Omakase şusi için bin 742 dolar ödeniyor.
Diğer seçeneklerde de adam başı fatura ortalama 600 doları buluyor.
***
New York’ta dünya genelinde tanınan Japon restoranı olur da Singapur’da dünyanın en iyi et restoranlarından biri olmaz mı?
Şef Wolfgang Puck’un adını taşıyan restoran çok farklı sonuçlar çıkan dünyanın en iyi et restoranları sıralamasında hemen her listede tepelerde yer alıyor.
Nusret gibi tuz serpme şovu ya da çiğ et ile şaplaklı-bıçaklı videoları yok bu şefin.
Ancak müşterilerine Kobe, Illinois ya da Avustralya Angus’u seçeneklerini sunmuş ve pişirme ustalığıyla da adını marka haline getirmiş. Yine de Nusret’e de haksızlık etmemek lazım. Dubai’deki restoranı bir listeye 97. sıradan girmiş.
Aslında listeleri etlerin kalitesi belirliyor demek yanlış olmaz. O yüzden Arjantin, Avustralya, ABD’den ilk 50’de çok sayıda restoran adıyla karşılaştım. Londra’dan Goodman ve Hawksmoor markaları listelerde hep tepelerde dolaşıyor.
Doğal ortamda yetişmiş et ve yerel pişirme teknikleri aslında tüm listeleri tartışmalı hale getiriyor.
Şu ana kadar ölçülmemiş bir yer söyleyeyim size, Taşkent’te Kanatçı diye bir et restoranı var.
“Çekirdek” dedikleri tek lokmalık kaburga ve 6 saat pişen tandırlarını bir tatsanız vazgeçmezsiniz zira 2 bin 800 rakımda tamamen doğal ortamda yetişen hayvanları kullanıyorlar...
Dünyanın başka yerlerinde fark edilmemiş başka çok iyi yerler de vardır ama çağımız duyurmanın yapmaktan daha önemli hale geldiği bir çağ.
***
Gelelim bizim et ile olan sınavımıza...
Hani et eşittir protein diyoruz ya, içi pembeliğini kaybetmiş dışı da çok pişmiş etler aslında protein zenginliğini kaybetmiş et demek.
Madem Kurban Bayramındayız kurban eti konusunda yaptığımız yanlışları da yazmak gerek.
Birincisi ve en önemlisi kurban etlerini yıkama alışkanlığımız.
Temiz olmaya çalışırken bakteri üretimine davetiye çıkarıyoruz farkında olmadan.
Sonra kurban etini dinlendirmeme hatamız var.
Kesim sonrası taze ette görülen ilk değişimin ölüm sertliği olduğunu söylüyor uzmanlar.
Etin bir dizi enzimatik reaksiyon geçirmesi ve sertliğinin çözülmesi gerekiyor diye de ekliyorlar.
İşte hatalarımız da burada başlıyor. Birincisi naylon poşette kurban eti saklamak, etin bozulması ve yeşermesine neden oluyormuş. Yapmamız gereken kurban etini buzdolabına kaldırılmadan önce serin bir yerde en az 3-4 saat bekletmekmiş.
Bir de tuz tüyosu var. Pişmeden önce üzerine tuz dökmek, etin suyunu bırakmasını engelliyormuş...
***
Az bildiğimiz bir başka gerçekle bitirelim Kurban Bayramında et konusunu.
İhtiyacı olmayan konu komşuya da et mi dağıtılırmış diye çok konuşulur ya, orada da bilgi gerek.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın internet sayfasında verilen cevaplarda, Hz. Muhammed’in kesilen kurbanın etinin 3’e bölünmesi, bir kısmının ihtiyaç sahiplerine, bir kısmının akraba, tanıdık ve komşulara bir kısmının da evde yenmesini tavsiye ettiği söyleniyor.
Çoğumuz adaklık kurban ile bayramda kesilen kurban arasındaki farkı bilmiyor ya da bilgileri karıştırıyoruz.
Karıştırdıklarımızdan daha kötü olanı unuttuklarımız.
Çocukluğum tüm ailenin birlikte oturduğu büyük bayram sofralarında geçti benim.
Öyle sofralar kurulmuyor artık.
Bayramlık kıyafetler mi, sadece çocuklar için değil büyükler için de geçerli olan bir özen haliydi o.
Şimdi parmak arası terlik, şort ve bir tişört aldı o özenin yerini.
1970’li yıllarda çok az evde telefon vardı, bayram günleri uzakta olanların sesini duymak bir zevkti.
Şimdi herkesin telefonu var ama telefon açmak ya da mesaj yazmak zahmetine bile katlanmıyoruz.
Standart bir mesajı aynı anda herkese atmak oldu bayram...
Zaman ileriye gidiyor diye biz de ileriye gitmiyoruz aslında...
HAFTANIN FOTOĞRAFI:
Bu kare Budapeşte’de çekildi. Şehri güzelleştirmek için yapılan duvar resimleri ihalesinin sonucunda, The Paul Street Boys filminin ikonik misket oynama sahnesi kaplamış duvarı. İstanbul’da benzer bir iş yapılsa, herhalde en çok Adile Naşit ile Münir Özkul’lu sahnelerle dolu sıcak aile fotoğraflarıyla kaplanır duvarlar...