İstanbul’da kurulu bir vakıf üniversitesinin senato toplantısında, toplam zam miktarının, YÖK’ün okula keseceği cezadan fazla olacağı hesap edilerek, öğretim üyelerine zam yapılmamasına karar verildi.
Bir başka vakıf üniversitesinin genel sekreteri öğretim üyelerinin karşısına çıkıp rahatlıkla “YÖK bizi denetlemiyor, neden maaşınıza zam yapalım?” diye sorabildi.
Aslında YÖK’ün denetlediği ama sadece geçmiş sınav kâğıtlarına baktığı bir üniversitede yaşandı bu durum.
Gelişmiş ülkelerde üniversite dediğimiz yapı yasalara şekil verir, Türkiye’de üniversite dediğimiz şey, siyasi iradenin çıkardığı yasaya uymaz, etrafından dolaşmanın yollarını arar ve bulur.
Şaşırtıcı değil aslında tüm bu olup bitenler.
Son 10 yılda hakkı olmadığı halde makam aracına çakar takan üniversite rektörlerini yazıp duruyorum.
Berberler Odası Başkanı aracına hakkı olmadığı halde çakar takarsa ayıplamam ama bir üniversite rektörünü ayıplarım diye defalarca yazmıştım, halen aynı noktadayım.
***
Sadece maaş konusunda değil yasalara uymama... Öğretim üyelerine tanıtım günlerinde üniversite baskılı tişört, kot pantolon ve beyaz ayakkabı giyme mecburiyeti getirilmesi de yasalara aykırı. Tıpkı öğretim üyelerinin ofis kadrosunda çalışıyormuş gibi gösterilip asgari ücretten maaş ödenmesi gibi.
Tanıtım günleri öncesinde öğretim üyelerine pazarlama-satış dersleri verdiren vakıf üniversitesi de var.
Öğrenciyi müşteri, öğretim üyesini işçi olarak gören bu sorunlu bakış açısını rakamla anlatayım:
YÖK’ün yayınladığı Vakıf Yükseköğretim Kurumları 2021 Raporu’na göre, bir üniversite tüm yıl boyunca öğretim elemanlarına 38 milyon 526 bin 639 lira maaş öderken, iki aylık tanıtım sürecinde reklam harcamalarına 4 milyon 600 bin lira ödemiş. YÖK’ün vakıf üniversitesi reklamlarına kısıtlama getirmesine rağmen harcanan para bu. Acı olan, bu yaz yüzlerce öğretim üyesi tasarruf adına işten çıkarıldı ama reklam bütçeleri yine arttı. YÖK’ün hazırladığı raporları okumanızı öneririm, Ar-Ge bütçelerini, kütüphane eksikliklerini, öğretim görevlisi başına düşen ortalama öğrenci sayılarını, uluslararası makale adetleri… Her şey ortada aslında.
***
“Türkiye’de vakıf üniversitelerinde mobbing var mı?” sorusunu da mutlaka konuşmamız gerek.
Akademisyenlerin masalarından kalkmalarını yasaklayan bir dekan yardımcısı da bu sistemin ürünü, maaşlarını geç ödediği akademisyenleri, liselerdeki tanıtım günlerine kendi aracıyla gitmeye zorlayan üniversite yönetimleri de...
En komiği, üniversite mütevelli heyet başkanının “Anneler Günü” konuşmasına katılması mecbur tutulan öğretim elemanlarının durumu. Bilimsel bir konferans değil ama ağa-paşa düzenini üniversitelerde de sürdürmek isteyen kraldan çok kralcılar her yerdeler.
Başka ne yapıyorlar derseniz, tatil döneminde çağrı merkezinde çalışmayı kabul etmeyen öğretim görevlilerini ücretsiz izne çıkarıyorlar.
***
Devam edeyim; Antalya’da yazın klimaların çalıştırılması yasak olan vakıf üniversite de var, tuvaletlerdeki suları kapatıp genel gider düşürmeye çalışan üniversite de...
Elektrik gideri olmasın diye öğretim üyelerinin odasında çay-kahve makinesi kullanmasını yasaklayan üniversite de var, akademik bir karşılığı olmayan, uydurulmuş “kurucu-rektör” sıfatıyla yasal olmadığı halde üniversite senato toplantısına katılan da...
Bir vakıf üniversitesinde öğretim görevlisi olarak çalışan ve 10 saatlik bir aort ameliyatı geçiren kadın akademisyenin, 10 günlük sağlık raporuyla ilgili savunmasının istendiğini yazayım size önce, ardından bir kez daha rahatsızlandığını ve aramızdan ayrıldığını...
Bu saydıklarımın tamamına yakını İstanbul’daki vakıf üniversitelerinde yaşanan olaylar, sadece bir tane Antalya vakası var. Anadolu’daki vakıf üniversiteleri, öğretim görevlisi başına düşen öğrenci sayısı başta olmak üzere İstanbul’dan iyi durumda.
İstanbul’daki ticarethane mantığı neyse ki Anadolu’ya daha sıçramamış durumda.
***
Hikâyenin tersten bakılması gereken tarafları da var.
Tıpkı ilk ve orta öğretim de olduğu gibi nitelikli öğretim elemanı eksikliği kendini fazlasıyla belli ediyor sistemde. Çaresiz bir dert değil bu. Mesela Türkiye’nin en iyi üroloji profesörlerinden biri olan bir dostum her hafta ders vermek için Türkiye’nin güneydoğusuna uçardı. İsteyen, derdi kâr etmek olmayan üniversite sorunlarına çözüm bulabiliyor. Öğrenci değil de müşteri alan üniversitelerse, Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü’ne eğitimi başka alanda olan birini başkan atayabiliyor. Düşünün, halkla ilişkiler dersi veren ve binlerce öğrencisi olan birinin, aktif kullanıcı olmasına karşın, sosyal medyada sadece 242 takipçisi var.
YÖK, İstanbul’un önde gelen mimarlık ofisleriyle konuşursa, hangi vakıf üniversitesinden mezun olanların mülakata dahi çağrılmadığını kolaylıkla öğrenebilir.
Boşa giden emekler, boşa giden milyonlar, adı vakıf olan ama aslında çoğu ticarethaneye dönmüş olan sözde üniversiteler...
***
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tarihindeki ilk açlık grevi eylemini yapanlardan birisiyim.
Mayıs 1989’da bir grup Doğu Akdeniz Üniversitesi öğrencisinin harç ve hakları için yaptığı bir eylemdi.
Açlık grevi dokuz gün sürdü, tek kişinin bile burnu kanamadı ve öğrencilerin zaferiyle sonuçlandı.
O yıllarda tek çare eylem yapmaktı; bugün sosyal medya var, öğrencilerin medyanın dikkatini çekmesi daha kolay ama asıl önemli görev öğrenciye değil YÖK’e düşüyor.
YÖK gerek İstanbul gerek Anadolu’da çok başarılı vakıf üniversitelerini ödüllendirip, fabrika mantığıyla çalışan ve kapısından girince diploma almadan çıkılmayan üniversitelerde tam denetim yapmadığı sürece, öğretim üyeleri ve görevlilerinden olan biteni tam olarak dinlemediği sürece, vakıf üniversitelerinin diplomaları değerini giderek yitirecek.