"Ben Atatürkçü Değilim” diye kitap yazmıştı rahmetli Nadir Nadi.
O kitabı yazdığında Cumhuriyet gazetesinin imtiyaz sahibi ve başyazarı unvanını taşıyordu.
Atatürk’ü ağzından düşürmeyen Kenan Evren’in, 12 Eylül darbesinden sonra yaptıklarına tepki olarak yazılmıştı o kitap.
Çoğu kişi bilmez, 1950 ve 1954 seçimlerinde Demokrat Parti listesinden bağımsız milletvekili seçilmiş biriydi Nadir Nadi.
Başta tek parti ya da 12 Eylül darbe dönemi gösteriyor ki Atatürk adını çok sık kullanıyor olmak yetmiyor.
Ahmet Necdet Sezer, Cumhurbaşkanlığı döneminde Atatürk adını çok sık kullandı.
İcraatlarından biri de Atatürk adını çok sık kullanan İstanbul Üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu’nu görevden almak oldu.
Demek ki Atatürk adını çok sık kullanıyor olmaktan çok, yapılanlar ve yapılmayanlar belirliyor işlerin sonucunu.
“Atatürk dedi, demedi” tartışması yerine CHP’de altı ok ile temsil edilen ilkelerden biri olan halkçılık ilkesini ele alalım.
Bülent Ecevit, 1960’ların sonunda CHP’ye Genel Sekreter olur olmaz, smokinle katılma mecburiyeti olan Cumhuriyet balolarını iptal etmiş, CHP Genel Merkezi’nde “çay saatleri” düzenlenmeye başlamıştı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün ardından ilk kez gecekondu semtlerinde oturan insanlar CHP Genel Merkezi’nin kapısından içeriye öyle girdiler.
Halkçılık ilkesi olan bir parti, İstanbul’un yoksul ilçelerinde uzun zamandır seçim kazanamıyorsa, son yerel seçimde tek örnek Esenyurt, HDP ittifakıyla CHP’ye geçiyorsa, o zaman durup düşünmek gerekmez mi?
CHP İstanbul İl Başkanı Atatürk dedi, demedi tartışması yaşadı ana muhalefet partisi.
Parti binalarını, “Beni görmek demek mutlaka yüzümü görmek değildir” diyebilen Mustafa Kemal Atatürk’ün resimleriyle donatmak, sosyal medyada ATATÜRK tweet’leri atmakla bu kadar oluyor işte.
Oysa “Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu yeterlidir” diye devam eder Atatürk’ün cümlesi. CHP içerisinde ne kadar anlaşılıyor, halka ne kadar anlatılıyor, ne kadar çalışıyor, orası muamma işte...
İradeni şeyhlere teslim edersen...
12 yaşındaki kızın “Bu adam bana kötü şeyler yaptı, beni zorlu öptü” dediğinde, annesi de olsan “Sen yanlış anlamışsındır” diye cevap verirsin.
Meselenin aslını öğrendiğinde, evladı istismara uğramış anne olarak, “Bunlar güçlü, uğraşamayız, savcılığa versek bir şey tutturamayız. Allah belasını versin” dersin.
Baba olarak kızın “Rüyamda Fatih efendiyi gördüm, ateşe atıyordum” dediğinde neden diye sormak gelmez aklına, hatta şaşırırsın böyle bir rüyaya.
İradesini “şeyh” diye tanıdıkları cinsel saldırı failine teslim etmiş bir anne-babanın yaşadıklarını okuyorum
günlerdir. Mücadelelerine büyük saygı duyuyorum ama irade teslim edilince neler olduğunu da herkes bilsin istiyorum.
Bugün 6 polisin korumasında yaşıyor küçük kız ve ailesi.
Soru şu, Aile Bakanlığı bu davanın tarafı oldu mu? O küçük kıza çok ihtiyaç duyduğu psikolojik destek veriliyor mu?
Yunanistan Cumhurbaşkanı’na
Geçen sene Kaş gelin vermişti Meis’e.
Bu sene Kaş gelin alacaktı Meis’ten.
Önce pandemi, sonra gerginlikten henüz yapılamadı o düğün.
Pazar günü boş tehditler savurmak yerine, keşke o aşk hikâyelerini anlatıp, birlikte yaşamaktan söz etseydiniz.
O zaman sesinize ses veren mutlaka çıkardı bizim yakadan.
Ateşi eliyle değil sizin askerlerinizin kanıyla tutmaya alışkın Batı adına, bir kez daha yazık ettiniz tarihi bir fırsata.
Siz bilirsiniz, bizim için fark etmediğini de, yine siz, çok iyi bilirsiniz...
Suna Kıraç’ı hangi hikâyeyle hatırlayacağız?
Bir sürü şey yazılıp, çizilecek Suna Kıraç için.
Hepsi önemli ama bana göre en önemlisi değil.
Ben Şubat 2000’de hastaneye kaldırıldığı zamanla hatırlayacağım Suna Kıraç’ı.
Makineye bağlanmamak için direnen ve kimsenin ikna edemediği bir kadın portresidir o anlarda.
Sonra, o zaman 13 yaşında olan kızı İpek Kıraç alınır yoğun bakım alanına, şöyle seslenir İpek Kıraç:
“Beni evlat olarak aldığında anne olmaya karar verdin. Kararının arkasında dur. Beni yalnız bırakma. Anneme çok ihtiyacım var. Lütfen, bunu benim için yapacak mısın?”
Suna Kıraç’ın ağzından tek bir kelime çıkar: “Tamam.”
İş dünyasında, sanat hayatında, eğitimde çok şey başarmış bir insanın ardından yazacak sayısız hikâye bulunabilir.
Bana göre en güzeli, en saygı uyandıranı, insanı en fazla etkileyeni, 20 yıl önceki bu anın hikâyesi.
Mekânı cennet olsun...