Yılın ilk günü yazısı yayımlanacak olan gazete yazarı bir kere, yılbaşı gecesinin yorgunluğunu atıp uyanabilen ve yılın ilk günü bile gazete okumaktan vazgeçmeyen okurun nasıl bir ruh hali içinde olabileceğini düşünmek zorundadır. Örneğin ilk iş olarak gazetedeki Milli Piyango listesine bakıp biletine amorti bile çıkmamış olduğunu gören bir okur, ekonomi sayfasında karşısına çıkacak bir yazıda neyi arar? Dünyada hisse senedi borsalarının patlama yaşadığı, Lima (Peru) borsasının % 182, Limasol (Kıbrıs Rum kesimi) borsasının % 157 prim yaptığı 2006 yılını bizim borsanın (İMKB) % 1.65 kayıpla kapatmış olması onu ilgilendirir mi? Beş dakikada okunabilecek bir köşe yazısını yazmanın, bu işi ciddiye alan bir yazarın ne kadar vaktini aldığını ve nasıl bir süreç içinde yazıldığını, o yazıyı okuyanların anlaması pek kolay değildir. Yılın ilk günü yayımlanacak bir yazı yazmanın ise kendine özgü ek zorlukları vardır. Yılbaşı ile dini bayram örtüşmüşse bu zorluk daha da fazla olabilir. Türkiye'de hisse senediyle ilgili kesimin hayli sınırlı olduğunu düşünürsek İMKB'nin neden dünya borsalarındaki gelişmeye ayak uydurmadığını merak edenlerin sayısının da sınırlı kalacağını tahmin
Bu dramatik sahneyi izlerken etkilenmemek olanaksızdı. Saddam Hüseyin'e hiçbir dönemde en ufak bir sempati kırıntısı duymadığım halde onu o halde görmek zor geldi bana. Ama Batı'nın değerlerine saygı duyarak yetişmiş biri olarak bana daha da dramatik gelen olay, Saddam'ı idam ettirerek ondan kurtulan ABD'nin ve Batı'nın kendi değerlerini hiçe sayan, içler acısı durumu. Başkan Bush, Saddam'ın idam edildiği saatlerde, ondan intikamını almış olmanın huzuru içinde uykuya dalmıştı belki ama onun Irak'ta yarattığı dram aslında uyku kaçıracak boyutlardaydı. Dünyaya kafa tutmaya kalkışmış olan Irak'ın devrik lideri Saddam Hüseyin'in asılarak idam edilmesi kendi başına dramatik bir olaydı kuşkusuz. Merdiven aralığını andıran, basık tavanlı bir mekânda kurulan derme çatma idam sehpasında, tepkisiz bir tevekkülle başını yağlı ilmeğe uzatan yenik ve yaşlı adamın, bir zamanlar dünyaya korku salan ve binlerce kişinin hayatına mal olan bir diktatör olduğunu düşünmek zordu. ABD'nin Irak'taki serüvenini benim gibi dehşetle izleyen Batılılardan biri olan Robert Fisk, dünkü Independent gazetesinde yer alan yazısında "Amerika kendi yarattığı diktatörü yok etti" diyordu. 1980'de İran'a karşı açtığı
Bu yılı atlatmak üzere olduğumuza göre şimdi ne yapacağız? Tabii ki gelecek yıl bisikletten düşüp düşmeyeceğimizi tartışmaya başlayacağız. Ekonomimiz, dış kaynak rüzgârının arkadan itişiyle hız kazanan bir bisiklete benzediği için, ayrıca YTL'nin değeri de büyük ölçüde dış kaynak girişine bağlı olduğu için bu tartışma sürüp gidecek. Bu yılı da bisikletten düşmeden atlatıyoruz galiba. Mayıs ve Haziran aylarında yaşanan ve YTL'yi de vuran dalgalanma sonrasında, bu yıl bitmeden yeni bir kur şoku yaşayacağımızı iddia edenler olmuştu. Yılın sonuna iyice yaklaştık, bu beklenti gerçekleşmedi. TC Merkez Bankası'nın faizlere abanarak uyguladığı şok tedavisi buna olanak bırakmadı. Küresel likidite daralması lafta kalırken küresel faiz liginin liderliğine oynayan Türkiye yeniden para çekmeyi başardı ve yeni kur şoku yaşamak şöyle dursun, parasının uğradığı kaybın önemli bölümünü telafi etti. Uluslararası finans piyasalarının nabzını tutanlar 2007 beklentilerini dile getiriyorlar şu günlerde. Bu değerlendirmeleri yazılı ve görsel medyadan izlemeye çalışırken dikkatimi çeken noktalardan biri şu: Piyasa uzmanlarına, "2007 yılında en fazla nerede risk görüyorsunuz?" sorusu sorulduğunda, çoğu
Batı dünyası, "korku kültürü"nün etkisi altına girmiş durumda. Arap ve Müslüman dünyası "aşağılanmaya tepki gösterme" kültürünün etkisi altında. Atılım içindeki Asya ülkelerinde ise "umut kültürü"nün ağır bastığı görülüyor. Moisi, "korku kültürü"nün etkisi altına giren Batı dünyası ile "aşağılanmaya tepki gösterme" kültürünün etkisi altındaki Arap Müslüman dünyasının birbirleriyle sürtüşmeye ve çatışmaya sürüklendiği ortamda, bu çatışmanın dışında kalan Asya'nın, ekonomik ve siyasi gücünü geliştirme fırsatını yakaladığını belirtiyor. Fransa'nın önde gelen siyaset yorumcularından Dominique Moisi, Foreign Affairs dergisinin Ocak Şubat 2007 sayısında yer alan "Duygular Çatışması" başlıklı önemli makalesinde, günümüzde "uygarlıklar çatışması" yerine "duygular çatışması"ndan söz etmenin daha doğru olduğunu ileri sürüyor. Moisi'ye göre dünya siyaseti halen üç farklı kültürün etkisi altında: Moisi'nin özellikle Batı dünyası ile ilgili olarak yaptığı değerlendirme önemli. Moisi'ye göre hem ABD'yi hem de Avrupa'yı etkileyen ortak korkular şunlar: "Öteki" korkusu Gelecek güvencesi korkusu Kimliğini koruyamama korkusu Kendi kaderini belirleme gücünü kaybetme korkusu Moisi, Avrupalıların,
Erkanlı'nın, herhalde kendi deneyimlerinden de yararlanarak yaptığı bu saptamanın üzerinden yıllar geçti; kendisi artık aramızda yok ama Türkiye onun parmak bastığı sorunu hâlâ aşabilmiş değil. Toplumdaki tepki birikimlerini kendi inançları ve özlemleri doğrultusunda kullanarak 'kurtarıcı' rolüne soyunmak isteyenler bugün de fırsat kollamakta. Önümüzdeki dönemde, her yöntemi kullanarak bir yerlere gelmek isteyenlerin marifetlerini izlemeye hazır olalım. Orhan Erkanlı, 1960 yılında 27 Mayıs askeri müdahalesini gerçekleştiren ve müdahale sonrasında Milli Birlik Komitesi'ni oluşturan kurmay subaylardan biriydi. 27 Mayıs'ın beyin takımından olduğu halde daha sonra 13 arkadaşıyla birlikte emekli edilen Erkanlı, iki dönem CHP milletvekilliği ve özel sektörde yöneticilik de yaptı. Erkanlı, 1972'de Anılar, Sorunlar, Sorumlular başlığı ile yayınlanan anılarında, Türkiye'nin en önemli sorununun "kurtarıcılardan kurtulmak" olduğunu belirtmişti. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AKP) ülkeyi felakete sürüklediğini iddia ederek 'kurtarıcı' rolünü oynamaya talip olanlar, toplumsal tabandaki kimi korkuları kullanarak rollerini haklı göstermeye çalışıyorlar. Sağdan sola, siyaset ve inanç
İngilizce basını ve Türkiye ile ilgili olarak çeşitli kuruluşlarca yapılan değerlendirmeleri uzun süredir izlemeye çalışan biri olarak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim: Şu son dönemde Türkiye'nin Avrupa için, AB için, Ortadoğu'nun ve küresel düzenin geleceği için önem taşıyan bir ülke olduğunu vurgulayan yazıların sayısında büyük bir artış var. Bu arada Türkiye'nin performansını ve AB'ye neler katabileceğini ortaya koyan raporlar da birbirini izliyor. Dünyanın en çok okunan haber dergilerinden biri olan Newsweek'in geçen hafta "Türkiye'yi kim kaybetti?" başlıklı bir kapakla yayınlanması çok şey anlatıyordu aslında. Avrupa Birliği'nin (AB) Türkiye'ye karşı dürüst davranmadığını ve kendi yarattığı Kıbrıs sorununu bahane ederek Türkiye'yi dışlamaya ve caydırmaya çalıştığını, aklı başında pek çok Batılı görüyor ve buna tepki gösteriyor. Davos toplantılarını düzenleyen Dünya Ekonomik Forumu'nun Lizbon Kriterleri'yle ilgili gelişmeleri izleme raporunun en ilginç bulgularından biri Türkiye ile ilgili. AB üyesi ülkelerin küresel rekabette öne çıkmalarını sağlayacak ekonomik atılımın hedef ve koşullarını belirleyen Lizbon Kriterleri'ne uyum sağlama konusunda Türkiye'nin ortaya koyduğu
Nobel Edebiyat Ödülü'nü bugün alacak olan romancımız Orhan Pamuk da Stockholm'deki basın toplantısında, Türkiye - AB ilişkisinin geleceği konusunda kötümser olduğunu söylemiş, "Her iki tarafta da şevk ve heyecan kalmadı" demiş. Orhan Pamuk, arka planında Türkiye - Avrupa ilişkilerinin kırk küsur yıllık serüveninin yer aldığı bir roman yazsa sonunu nasıl getirirdi acaba? Türkiye - Avrupa Birliği (AB) ilişkilerinin çıkmaza girmesi halinde ne yapacağımızı merak edenler artık hiç kaygı duymasınlar, Sayın Başbakan hükümetin AB için B ve C planlarının da bulunduğunu açıkladı. Umarız bir de 'X planı' vardır hükümetin, yani Türkiye ile AB arasındaki hastalıklı ilişkinin, doktorların kullandığı sevimsiz deyimle 'X olması' halinde neler yapılacağı da planlanmıştır. Evet, bu serüvenin nasıl devam edeceğini hepimiz merak ediyoruz. AB yetkililerinin, romancılara esin kaynağı olabilecek benzetmelerle süslü senaryolarından hangisi gerçekleşecek günün sonunda? Türkiye - AB ilişkilerinde bir "tren kazası" yaşanacak ve ortada bir "enkaz" mı kalacak? Yoksa Türkiye - AB treni ağır aksak da olsa yoluna devam mı edecek? Etse de bu tren nereye gidecek? "Hiçbir yere giden tren" mi olacak?AB
TCMB Başkanı bu uyarıyı yaparken, banka dışı kesimin net döviz pozisyonu açığının bu yılın ilk altı ayında yüzde 49 artarak 43 milyar dolara yükselmiş olduğunu, hane halkının dövize endeksli kredi tutarının da 1.5 milyar YTL'ye ulaştığını hatırlatıyordu.Başkan Yılmaz'ın uyarısı yerinde ama acaba bu uyarının etkili olması ve Yılmaz'ın umduğu sonucu vermesi mümkün mü? TC Merkez Bankası (TCMB) Başkanı Durmuş Yılmaz'ın, Finansal İstikrar Raporu'nun tanıtımı amacıyla düzenlenen basın toplantısında yaptığı önemli uyarı dün ekonomi sayfalarının manşetindeydi. Bir cümlede özetlemek gerekirse, "döviz cinsinden gelir elde etmeyen kişi ve kuruluşlar, dövizle ya da dövize endeksli enstrümanlarla borçlanırken dikkatli olsun, bunun riskini düşünsün" diyordu Başkan Yılmaz. Bu soruya yanıt ararken ilk olarak, firmaların neden dövizle borçlanmayı tercih ettiklerini araştırmamız lazım. Aslında fazla araştırmaya da gerek yok, neden belli. Türkiye'de TCMB'nin yönlendirmesiyle izlenmekte olan faiz politikası ve paranın maliyeti, YTL ile değil dövizle borçlanmayı çok daha çekici hale getirdiği için firmalar dövizle borçlanıyor. Küresel likidite bolluğunun sürmesi, dövizle borçlanmayı göreceli olarak