Nuray Mert

Nuray Mert

nuray.mert@milliyet.com.tr

Tüm Yazıları
Haberin Devamı

Çok zor bir süreç yaşıyoruz. Yaşadığımız olaylara ilişkin yorumlarımız farklı olabilir ama, böyle bir zamanda, söylediklerimizde ölçü, bizi siyasi olarak riske atmamak ve kamuoyu önünde yadırganmamak olursa, tarih önünde sorumlu oluruz. ‘Düşünce’ nerede farklılaşır, ‘çekince’ nerede devreye girer konusunda hüküm vermek zordur, o nedenle bu konuda ölçü herkesin kendi vicdanı olmak gerekir.
Son günlerde Ankara ve Siirt’te yaşanan vahim olaylar karşı çıkılmayacak, eleştirilmeyecek gibi değil. Bu kadarını yapmak zaten insanlık borcu. Ancak hiçbir vicdanın kabul edemeyeceği şeylere karşı çıkmak, yeterli olmadığı gibi sorunu çözmez. Kürt siyasal hareketinin vicdanları zorlayan çıkmazlara girmesinden medet ummak, o nedenle habire bunun altını çizmek, sadece vicdanımızı rahatlatır, düşünce konforumuzu garanti eder, o kadar. Asıl mesele, bu gidişata ‘dur’ demek olmalı.

Engelleri kaldırmak
Kürt siyasal hareketinin BDP, Öcalan, PKK ve diğer tüm unsurlarını tartışma ve eleştiri konusu edeceksek ve bu eleştirilerin karşılığı olmasını bekliyorsak, öncelikle, bu çizginin (şiddeti övmek dışında) kendini ifade etmesinin önündeki engelleri kaldırmak gerekir. Aksi takdirde, bizim eleştirilerimize cevap verme serbestisi olmayan bir çizgiyi eleştirmek havada kalmaya mahkûm oluyor. Bu çizgi, tam da bu nedenle, bölgede ciddi bir toplumsal karşılık buluyor, insanlar birçok durumda yasal sınırlar ve siyasal baskılar ile ‘savunmasız’ kılınan bir davayı eleştirmeyi hakkaniyetsiz buluyor. Türkiye kamuoyu ve Kürtlerin politikleşmiş kesimi ile duygu ve düşünce uçurumu derinleşiyor.
Bu koşullar altında kalkıp bir de, olan biten karşısında sadece bu kesime çağrı yapmanın hiçbir anlamı yok. Kürt meselesini yakından izleyen ve demokrat tavır iddiasında olanların bile, dönüp dolaşıp ‘PKK ateşkes ilan etsin, BDP Meclis’e girsin!’ talimatına bel bağlaması anlaşılır gibi değil. ‘Askeri operasyonlara son verilsin, PKK da ateşkes ilan etsin’ demek sıklıkla iddia edildiği gibi ‘devlet silah bıraksın’ demek değil. Tam tersine, çözüm konusunda samimi isek gerçekçi olan tek çağrı bu olabilir. Benzer bir şekilde, ‘BDP üzerindeki siyasal baskılar dursun, onlar da Meclis’e gelsin artık’ vurgusu yapılmadan BDP’yi Meclis’e çağırmak, Kürt meselesinin çözümünün yükünü tümüyle Kürt siyasal hareketine yıkmaktan başka bir şey değil. Bu yaklaşımın hakkaniyetli olup olmadığı bir yana, asıl önemlisi gerçekçi değil.

Çoğunluğu temsil etmiyor
BDP veya genel olarak Kürt siyasal hareketi zaten Kürtlerin tümünü ve çoğunluğunu temsil etmiyor, bu akım zaten ‘Kürt faşizmi’ deyip, siyasal müzakere sürecinden vazgeçmeyi mazur göstermek de son derece anlamsız. Ona bakarsanız, Cinnah’ın öncülüğünde, Pakistan’ın Hindistan’dan ayrılmasını savunan ‘Müslüman Birliği’ de, temsil etme iddiasında olduğu, Hindistan’daki tüm Müslümanları temsil etmiyordu. Ayrılma olduktan sonra ve halen Hindistan’da, Pakistan’dan çok Müslüman nüfus yaşıyor, ama bu, Pakistan davasını yok saymaya yetmedi. Üstelik Kongre partisi içinde yer alan Müslümanların varlığına, en önemlisi Gandi’nin tüm çabalarına ve Gandi’nin en önemli Müslüman müttefiklerinden Badşah Han’ın çabalarına rağmen yetmedi. Zira, Hindistan’da yaşayan Müslümanların bir kısmı, farklı bir politik kimlik ve davanın mücadelesini veriyordu. Hint milliyetçileri ve hatta milliyetçi çevre dışındaki birçok Hintli tarihçi, Pakistan’ın oluşturulmasını, bağımsızlık sürecinde, İngiliz emperyalizminin bir oyunu olarak tanımlarlar. Öyle veya böyle, Pakistan ayrıldı ve bunun çok büyük maliyetleri oldu.
Kürt meselesinin insani maliyetler büyümeden çözülmesini, birlikte yaşamanın halen mümkün olabileceği bir zeminin oluşmasını samimiyetle istiyorsak, beğenelim beğenmeyelim Kürt siyasal hareketini ‘karalamak’tan medet ummak yerine ‘muhatap’ almayı ve barış süreci için birlikte çalışmaya zorlamak durumundayız. Şiddete karşı çıkmak lafla değil, şiddeti devreden çıkarmak için çaba göstermek, ne gerekiyorsa yapmaya hazır olmakla mümkün olabilir.

Siyasi tutuklamalara son
Bu ise, sadece BDP ve PKK’ya çağrı yapmak yerine, operasyonlara ve siyasi tutuklamalara son verilmesi çağrısı yapmakla mümkün olur. Hem Öcalan ile sürmekte olan müzakere sürecini PKK’nın sabote ettiğini söyleyip, hem de birdenbire bu süreci sonlandırmak değil, müzakereleri sürdürmekle olur. Gerisi, Çetin Altan’ın sıklıkla gönderme yapılan ünlü tabiri; ‘Türkün Türk’e propagandası’ olmaktan ve sorunu büyütmekten başka bir işe yaramıyor, yaramayacak.
Nihayet, tüm görüşlerine katılmasam da, siyaset-şiddet ilişkisi üzerine yazdıklarını dikkate değer bulduğum Doç. Uğur Kömeçoğlu’nun son yazısında (Zaman, 23 Eylül) dediği gibi, ‘siyasetten vazgeçmek yerine siyasallaşmanın şiddet dışı olma koşullarını zorlamak gerekiyor’ ve Kömeçoğlu’nun da altını çizdiği gibi, AKP hükümetinin bu konuda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesi beklenmeli.
Geldiğimiz noktada, başta hükümet, ama en kötüsü bazı ‘demokratlar’ın, başkaldıran’a ‘başkaldırma, sorun bitsin’, siyasal-toplumsal talepleri için mücadele edenlere, ‘bizim verdiklerimizle yetinin, Kürt sorunu çözülsün’ demeye getiren tonlarca demeç, yorum ve analizin hiçbir anlamı olmadığını görmek zorundayız. Yoksa, ‘Yurtta savaş, cihanda savaş’ gidişinin sonuçları bu ülkede yaşayan herkes için ağır olacak gibi görünüyor. Bu arada, ‘Cihanda savaş’ meselesi ise başka bir yazıya kaldı.