‘İkinci Cumhuriyet’, ‘Demokratik Cumhuriyet’ derken nurtopu gibi bir ‘muhafazakâr cumhuriyet’imiz oldu. Katı laiklik anlayışı muhafazakâr iktidar tarafından esnetildi, iyi de oldu, hatta bu yolda gerekli hukuki değişikliklerin de acilen yapılması gerekiyor. Mesela, üniversiteye başörtüsü ile girmek, göz yumulan bir uygulama değil, bir hak olarak tescil edilmeli. Ayrıca, kamu alanında başörtüsü serbestisi gibi, din ve vicdan özgürlüğü konusunda gerekli düzenlemeler yapılmalı. Bu iktidardan tüm bunları bekleyebilir miyiz bilmiyorum, ama başka bir şey bekleyemeyeceğimiz iyice ortaya çıktı.
Gerisi aynen devam ediyor ve edecek gibi de görünüyor. AKP, demokratik seçim ile güçlü bir iktidara sahip oldu ve devlet mekanizmasının başına geçti, yeni bir ‘tek parti dönemi’ açıldı, olan budur. Diğer taraftan, bu sonucun sorumluluğu sadece AKP’ye, liderine ve hatta seçmenine yüklenemez. Bu parti bir büyük itirazın sesi olarak gelişti, bu itirazın önüne 2002 seçimlerine kadar olmadık engeller çıkarılmaya çalışıldı ama bu çabalar başarılı olmadı. Daha sonra, AKP toplumsal tabanı ve uluslararası konjonktürün verdiği destek ile güçlendi, bu süre zarfında AKP’nin başına çorap örme çabaları gittikçe daha gülünç teşebbüsler olarak devam etti, en son ‘kapatma davası’ bile denendi ki, bu en gülünç ve çaresiz olanıydı. Bir noktadan sonra, herkes Hanya’yı Konya’yı gördü, iktidar karşısında el pençe divan olma sırası kalabalıklaştıkça kalabalıklaştı.
Düştükleri durum ortada
Diğer taraftan zaten AKP’ye ve ondan önceki İslamcı siyasete karşı çıkanların çoğunun derdi, daha fazla özgürlük değil, daha az özgürlüktü, bu kafa ile düştükleri durum ortada. Gerisi de zaten ‘giden ağam gelen paşam’ takımı idi, meşreplerinin gereğini yaptılar. Bunların dışında, demokrasi ve özgürlük adına ortaya çıkanlar zaten bir avuç insandı, onların da seçimi bu yönde idi, ama daha fazla özgürlük ve demokrasi adına fazla bir şey yaptıkları yoktu. Muhafazakârlar hiç olmazsa kendi itirazları, hak ve özgürlük talepleri için çalışıp didindiler, art arda partileri kapandı, bedel ödediler. Laikler, daha az özgürlük adına çalışıp didindiler, partileri eridi, onlar da böyle bir bedel ödemiş oldular. Memleketin aydını, demokratı ise, özgürlük alanlarının alabildiğine genişlemesi ve daha demokratik bir ülke şeklinde tanımlanabilecek, anlamı ve hedefi çok büyük bir iddia adına sadece dilek tuttular.
Demokrasi AB’ye havale
12 Eylül zaten sol direnişi ezip geçmişti, bedelini zindanlara atılanlar, sürgüne gidenler ve hayatı toplum dışına düşenler ödedi. Önce, bu ortamda iktidar olan ANAP bir demokrasi imkânı olarak görüldü. O dönemler neo-liberalizmin yükseliş yılları idi, o nedenle, ‘ekonomik liberalizm, siyasal demokrasiyi getirir’ tezi çok rağbet gördü. 12 Eylül Anayasası’nın kılına dokunmayan ve ‘12 Eylül’ün siyasi yasakları kalkmasın’ diye kampanya yürüten Özal, şortla asker teftiş etti diye neredeyse demokrasi kahramanı oldu. Sonra, umutlar AB sürecine bağlandı. Büyük Türk demokratları, demokrasinin ‘iç dinamikle’ gelmeyeceğine kanaat getirip, demokrasi işini AB’ye havale ettiler. Yine oturdukları yerden demokrasi dileği tutmakla yetindiler. Ne var ki, başkasının ceketi ile damat olunmuyor. O ümit de suya düştü.
Tam bu sırada AKP iktidarı imdatlarına yetişti, bu sefer AKP’nin aranan ‘demokrasi dinamiği’ olduğuna inanıldı. ‘Demokrasi getirsinler de biz de tadını çıkaralım’ diye, AKP’ye genel vekâlet verildi. Başbakan ‘özet’ dese özgürlük vaadi, ‘demlik’ dese demokrasi diye okundu. Bu dönemde sıkıysa, ‘acaba iktidar otoriterleşiyor mu?’ de, aydınların gazabı kapıda bekliyordu, en hafif itham ‘darbeye zemin hazırlamaktan’ başlıyordu, Ergenekon’dan çıkıyordu.
Ses verseydiniz
Zamanla, iktidarın demir yumruğunu vurduğu yerde ot bitmez, ses çıkmaz oldu. O nedenle, şimdi bu şartlar altında, iktidarın Kürt meselesini de demir yumrukla çözmeye girişmesinde şaşkınlıkla karşılanacak bir şey yok. Kem küm edenler de boşuna kıvranmasınlar, bu iktidar onlara figüranlık dışında rol vermez. ‘Sivil vesayet’e uyananlara söylenecek tek şey; ‘badel harab-ül Basra!’ Bugün gelinen noktada, iktidardan çok onların payı var. Demokratı, demokrasi ve hatta kendi özgürlükleri için kılını kıpırdatmayan memlekette Başbakan niye demokrasi havarisi olsun? Ayrıca Başbakan ve partisinin demokrasi anlayışları bu, ister beğenirsiniz ister beğenmezsiniz. Beğenmiyorsanız, mazeret mucitliği yapmak yerine ses verseydiniz. Höt deyince tırsan adama, bırakın özgürlük alanı açmak kimse saygı duymaz.
Türkiye’de demokrasi testinden asıl çakanlar iktidardakiler değil, ondan demokrasi dilenmek dışında bir şey yapmayanlar, iktidarın radarına yakalanmamak için köşeye bucağa saklananlar, kem küm edenler, suya sabuna dokunmayan kompozisyon yazarları, darbe planları üzerine yüzlerce yazı yazıp, ortalığı kasıp kavurup, katliam gibi ‘operasyon kazası’ üzerine ayıp olmasın diye bir şeyler karalayıp hızla konuyu değiştirenler. Böyle bir ülkede, güçlü bir iktidar neden daha fazla demokrasi vaat etsin? Nasılsa azarı işiten susuyor, maliyet bu derece düşük olduktan sonra, demokrasi ve özgürlük gibi çetrefil işlere neden müracaat etsin?
Tablo böyle olursa, demokratik cumhuriyet ham hayal oluyor, ‘muhafazakâr cumhuriyet’ gelir, el değiştirerek muhafazakârla emanet olan baskıcı cumhuriyet yapısı biraz da böyle devam eder, olur biter.
Not: Yukarıdaki tanımların dışında kalan bir avuç aydın ve demokratı söylediklerimden tenzih ederim.