Başından beri, Türkiye’de 2000’li yıllar itibarıyla ‘askeri darbe’ koşullarının olmadığını düşünüyorum. ‘Yapmak istemezlerdi’ demiyorum, ‘yapamazlardı’ diyorum. Böyle bir girişim, Türkiye’yi uluslararası sistem dışına iterdi ve Türkiye gibi bir ülkenin bunu göze alması imkânsızdı. Yine de kurumların direnci denilen bir olgu tabii ki var, dahası dünyayı ve tarihi okumayı bilmeyen hevesliler olduğu kesin, ama heveslerinin kursaklarında kaldığı da kesin. Tam da bu nedenle, ‘askeri vesayet’ ile hesaplaşmak mümkün oldu, iyi de oldu. ‘Yapamazlardı’ diye heveslenenleri sorgulamak, yargılamak gereksiz değildi, tam tersine, askeri vesayetle hesaplaşmak böyle mümkün olur. 2007 yılında iktidar partisini ‘kapatma davası’ açabilen yargı için de benzer şeyler söylenebilir.
Başından beri, benim birçok diğer demokrat ile anlaşamadığım nokta, askerin sivil siyasete baskı mekanizması olmaktan çıkmasının, demokratikleşme açısından ‘şart’ ama ‘yeterli’ olmadığı hususudur. O nedenle, sadece askeri vesayet ile mücadeleyi hedef alan bir demokratikleşme anlayışının, otoriter sivil siyasete savrulma tehlikesini göz ardı ettiğine işaret etme gereği duymuştum. Ben öngörüde bulunmaktan ziyade kaygımı ifade etmiştim, maalesef, kaygılarımın nedensiz olmadığı artık iyice ortaya çıktı. Dahası, askeri vesayet ile hesaplaşmanın çerçevesi, ‘militarizm’ ile hesaplaşmak şeklinde bile çizilmedi. Kürt meselesine ilişkin mevcut siyaset anlayışı, bu konuda ne noktada olduğumuzu gayet iyi gösterdi.
Diğer taraftan, ‘askeri vesayetçi ve genel olarak otoriter siyaset zihniyeti ile hesaplaşma’ diye özetleyebileceğimiz ‘Ergenekon davası’nın seyri, bize bir zihniyetle hesaplaşmanın, o zihniyette olmakla itham edilenlerin hapse tıkılması ile bir yere varamayacağını gösterdi. Belli ki, bu nedenle, artık Ergenekon davası konusu, birçok ‘demokrat’ın ilgi alanı olmaktan çıktı.
Tüm bu nedenler ile, ne Kenan Evren’in yargılanması, ne de askeri vesayet ile hesaplaşmanın ucunun eski Genelkurmay Başkanı Başbuğ’a kadar uzanması beni telaşlandırmadığı gibi sevindiremiyor. ‘Eski statüko yıkılırsa ülke elden gider’ gibi bir anlayışım olmadığı için telaşlanmak için bir sebep göremiyorum. Diğer taraftan, 12 Eylül ile hesaplaşmanın Kenan Evren etrafında kişileştirilmesi beni fazlasıyla rahatsız ediyor, eski bir Genelkurmay Başkanı’nın tutuklanabilmesinin tek başına, militarizm veya demokrasi açısından çok fazla bir şey ifade etmediğini düşündüğüm için sevinecek bir şey göremiyorum.
Dahası, geldiğimiz noktada, tüm bu gelişmeler, demokratikleşmenin seyrini hızlandırmak yerine, yeni otoriter siyasetleri gözden ırak tutma işlevi görür hale geldi. Evren ve Başbuğ olaylarının, ‘Uludere olayı’nın hemen ardından gelmesi nedeniyle fazladan kuşkucu davranmak gerektiğini düşünenlere katılıyorum. Nitekim, asıl derdi gerçekten ‘toplumsal barış ve demokratikleşme’ olan bir avuç insan dışında kalanlar, bu vesile ile değişen gündeme ayak uydurdular, Uludere unutulmaya terk edildi. Nasılsa, yirmi otuz yıl sonra da, şimdiki demokratların çocukları veya torunları, ‘Uludere katliamı ile yüzleşilsin!’ diye ortalığa çıkar, ondan ekmek yerler.