Komedi türündeki “Babalar Savaşıyor”, üvey çocuklarını çok seven bir adamın, biyolojik babayla mücadelesini konu alıyor
Yönetmen Sean Anders, komedi ağırlıklı bir kariyere sahip. Yeni filmi “Babalar Savaşıyor / Daddy’s Home”da, aralarındaki uyum 2010 tarihli “The Other Guys”la kanıtlanmış Will Ferrell ve Mark Wahlberg bir kez daha başrolü paylaşıyorlar.
Ferrell’ın canlandırdığı Brad Whitaker, kendi çocuğu olmayan ancak eşinin iki küçük çocuğuna babalık yapmayı görev edinmiş iyi niyetli bir üvey baba. Brad çocukların sevgisini kazanma yolunda ağır ağır ilerlerken karizmatik ve cool biyolojik baba Dusty’nin ortaya çıkışı işleri bozar. Ancak uzlaşmacı bir üslup izlemeyi doğru bulan Whitaker, Dusty’yi evde tutmaya devam ettikçe iki erkek arasındaki evin reisi olma rekabeti kızışacaktır. İkisinin ters karakterlere sahip olması ise filmin komedi malzemesini çıkardığı yer.
Filmin en büyük avantajı Ferrell
“Saturday Night Live” çıkışlı Will Ferrell, neslinin en iyi komedyenlerinden. Nitekim filmin en büyük avantajı Ferrell’ın varlığı. Wahlberg’le aralarındaki denge, “The Other Guys”da olduğu gibi izleyiciyi eğlendirebilir. Ancak Ferrell ve Wahlberg dışında filmin iddialı vaatleri bulunmuyor.
Fantastik film “Mısır Tanrıları”, tanrılar ve insanların birlikte mücadele ettiği, benzerlerinden farklı yönü olmayan ana akım bir fantastik yapım...
Alex Proyas yönettiği “Gizemli Şehir” ve “Ölümsüz Aşk” sayesinde gözlerin üzerinde olduğu yönetmenler arasındaydı. Yedi yıl önceki “Knowing”den beri ortalarda olmayan Proyas’ın dönüş projesi “Mısır Tanrıları / Gods of Egypt”, birçok ticari filmden öğeler taşıyan ve özgün hiçbir yönü bulunmayan bir yapım.
Film insanlarla tanrıların birlikte yaşadığı Mısır’da isyankar kardeş Set’in tahtı yeğeni Horus’tan zorla almasıyla başlıyor. Ölümlü kahraman Bek, gözlerini de Set’e kaybetmiş Horus’a tekrar Mısır kralı olması için yardım ediyor. Hikaye, “ölümlü ve ölümsüz kahramanlar bir yolculuğa çıkıp maceralar yaşar” izleğiyle devam ediyor.
Heyecan uyandıramıyor
Bilgisayar efektlerinin öne çıktığı bir sinema diliyle herhangi bir his uyandırmadan süren fantastik film “Mısır Tanrıları”, yakın dönem Ridley Scott filmi “Exodus: Tanrılar ve Krallar”ın taht kavgalarından “Mumya” serisinin estetiğine, “Thor” filmlerinden böğüren Gerald Butler’ı ödünç aldığı “300 Spartalı”ya birçok filmi hatırlatıyor. Akla gelmeyen şey ise orijinallik ve yaratıcılık.
“Game of
Macar yönetmen Laszlo Nemes’in ilk filmi olan “Saul’un Oğlu”, Nazilerin ölüm kamplarının dehşetini yansıtabilen çok sarsıcı bir yapım
Geçen yıl Cannes Film Festivali’nin yarışmasının en sarsıcı filmi “Saul’un Oğlu / Saul Fia”, izleyicisini ölüm kamplarının akıl almaz dehşetinin içine bırakıyor. Bunu, düz bir hikayeyle ve alışıldık kadrajlarla değil, üzerine çok düşünülmüş bir sinema diliyle yapması ise ilk filmden beklenmeyecek bir ustalık.
Çarklar nasıl işliyor?
Nazilerin ölüm kampları daha önce birçok filmin odağında yer aldı ama hiçbiri “Saul’un Oğlu”na benzemiyor. Filmin ana karakteri Saul, Nazilerin ölüm kampı Auschwitz’in işlerini yaptırdıkları mahkum grubu Sonderkommando’lardan biri. Mahkumların gaz odalarına girmesine eşlik eden, cesetlerin toplanması ve gömülmesini yapan bu grubun bir mensubu.
Bir gün gaz odasında bir çocuk görüyor ve onun oğlu olduğunu söyleyerek, çocuğun dini kurallara uygun olarak gömülmesini görev ediniyor.
Nemes filminde kamerasını ağırlıklı olarak Saul’un yüzünden tutuyor. Dış sesler ve mizansenler, izleyiciye ölüm kamplarının her şeyden önce öldürmek için dizayn edilmiş bir fabrika olduğunu hatırlatıyor. İzleyiciyi ölüm makinesinin
Yönetmen Tom Hooper “Danimarkalı Kız”da LGBTİ için önemli olan bir hikayenin içini boşaltıp melodram malzemesi haline getiriyor...
İngiliz yönetmen Tom Hooper, “Danimarkalı Kız / The Danish Girl”de LGBTİ hareketi açısından önem taşıyan bir hikayeyi ele alıyor. 20’nci yüzyıl başında kadın kimliği Lili’yi keşfeden ve cinsiyet değişimi ameliyatına giren Einar Wegener’in “gerçek hikayesi”ni anlatan film, Eddie Redmayne’e En İyi Erkek Oyuncu, Alicia Vikander’a En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dallarında Oscar adaylığı kazandırdı.
Birçok açıdan hayal kırıklığı yaratan filmde, eşi Gerda’yla mutlu mesut yaşarken, günün birinde ona modellik yaparken kadın olmak istediğini keşfeden ressam Einar, bu kimliğine sahip çıkar. Gerda’nın da ona destek olmasıyla cinsiyet değişimi ameliyatı yaptırmaya karar verir.
Abartılı bir oyunculuk
Film de, uyarlandığı roman da önemli gerçek bilgileri saklıyor: Gerda’nın yüksek ihtimalle lezbiyen olması, dönüştağü Lili’nin ameliyatlarının sayısı ve süresi, bu sırada Gerda’yla ilişkisinin durumu... Gerçek hikayeyi eğip bükerek elde edilen ise zayıf Einar ve sürekli kocasının yanında yer alan, güçlü Gerda’nın aşkı, dostluğu. Hikayenin esas önemli yeri olan
Altı dalda Oscar adayı “Carol”da, Todd Haynes bir kez daha son derece hakim olduğu 1950’ler ABD’sinin muhafazakarlığına odaklanıyor
Amerikan sinemasının eşsiz yönetmeni Todd Haynes, “Carol” ile “Far From Heaven” ve televizyon dizisi “Mildred Pierce”ta olduğu gibi gibi bir kez daha 1950’ler ABD’sinde ve kadın kahramanlar eşliğinde muhafazakarlığı mercek altına alıyor.
En İyi Kadın Oyuncu (Cate Blanchett), En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Rooney Mara), En İyi Uyarlama Senaryo, En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Kostüm Tasarımı ve En İyi Orijinal Müzik dallarında Oscar adayı film, Patricia Highsmith’in 1951 tarihli “The Price of Salt” adlı romanın uyarlaması.
Derdini zarafetle anlatıyor
Film iki ayrı sınıftan iki kadın arasında başlayan bir aşkın izini sürüyor. “Carol”a adını veren karakter zengin, kendinden emin, evli ve bir kız çocuk annesi. Bir Noel alışverişinde genç tezgahtar Therese’le tanışıyor. Sanatla ilgili, alt sınıftan ve kendi ayakları üzerinde duracağı bir hayat hayal eden Therese ve Carol yakınlaşıyor. Ama karşılarında bütün baskı mekanizmalarıyla 1950’lerin muhafazakar ABD toplumu var. Özellikle de Carol’ın evli olması bu ilişkiyi iki taraf için de çok daha zor
Altı dalda Oscar’a aday gösterilen “Spotlight”, her öğesiyle saat gibi işleyen bir yapım
Gazetecilik bir meslek olarak zor günler geçirirken, Tom McCarthy ve “Spotlight”ekibi filmleriyle gazetecilere bir moral mektubu gönderiyor. Bu mektupta özetle, “Yaptığınız işin öneminin farkındayız, herkese de hatırlatacağız” deniyor. Filmin hiçbir öğesi, bu mektubun içeriğinin öneminin önüne geçmiyor. Başrol gazeteciliğe ayrılıyor.
Filmin işlediği gerçek hikaye, 2002’de Boston’da geçiyor. Boston Globe gazetesinin köklü araştırmacı gazetecilik ekibi Spotlight, bıçaksırtı bir konuya el atıyor: Katolik rahiplerin çocuk istismarı skandalları. Robby Robinson şefliğindeki ekip hasıraltı edilen bu konuyu araştırdıkça, rahiplerin çocuk tacizlerine düşünüldüğünden çok daha sık, hatta akıllara durgunluk veren bir oranda rastlandığını keşfediyor. Ekip, muhafazakar okurlarını kaybetme ve kilisenin gizli baskısına rağmen işlerini yapmayı sürdürüyor.
Önemli bir çalışma
“The Visitor” ve “Hayatın İçinden / The Station Agent” gibi filmlerle hatırlanabilecek yönetmen McCarthy, bize şimdi şaşırtıcı gelmeyen ancak dönemi için tabu olan Katolik kilisesi skandalını ortaya çıkarma hikayesini an
Alejandro Gonzalez Inarritu 12 dalda Oscar adayı “Diriliş”te kendisini çok ciddiye alıyor ve izleyicisine defalarca ele alınmış konuları yaratıcı olmadan yeniden işlemek için cefa çektiriyor
Bu filmin çekim hikayesi de Hollywood filmi gibi. İdealist yönetmen (Alejandro Gonzalez Inarritu), “Diriliş / The Revenant”ın iyi olması için hiçbir fedakarlıktan kaçınmaz. Filmini yeşil ekranlar ve bilgisayar başında bitirmeyecek, buz gibi havada, doğal ışıkla çekecektir. Bazı çalışanlar iş güvenlikleri olmadığı gerekçesiyle setten kaçar. “İyi sinema”dan anlayanlar kalır, başta da başrol oyuncusu (Leonardo DiCaprio).
Film biter. O gün gelir, yönetmen haklı çıkmış, filmi 12 dalda Akademi Ödülü’ne aday olmuştur, “iyi sinema” kazanır, son. Ama bu hikaye de en fazla parlatılmış bir Hollywood başarı öyküsü kadar gerçekçi. Çünkü film, bu kadar cefayı defalarca ele alınmış konuları yaratıcı olmadan yeniden işlemek için çektiriyor. Hem ekibine hem izleyicisine...
Geçen yıl Akademi Ödülleri’nin gözdesi “Birdman”le tiyatro kulisinde gezinen Inarritu, “Diriliş”le Amerikan yerlileri ile kolonist grupların birbirleriyle kıran kırana mücadele ettiği 1820’ler Kuzey Amerika’sında. Kürk ticareti
Hikayesi 1912’de geçen “Diren: Zamanı Geldi”, kadınların oy hakkını savunan sufrajet hareketinin Britanya’daki tarihini işliyor
Demir Leydi”nin senaristi Abi Morgan, kaleme aldığı “Diren: Zamanı Geldi”de kadınların oy hakkı için mücadele veren sufrajet hareketinin Britanya’daki tarihini merkeze alıyor. Maalesef hareketi merkeze alıyor demeyi zorlaştıran, kapsayıcı olamayan bir hikaye anlatmayı seçiyor.
Odaklandığı karakter Maud Watts, çocukluğundan beri bir fabrikada çalışan emekçi bir kadın. Watts bir gün sufrajetlerin vitrin kırma eylemini görüyor ve zamanla harekete katılıyor.
“Diren: Zamanı Geldi / Suffragette”bu noktadan sonra dengeli bir şekilde hareketi anlatmak yerine “Watts’ın başına gelmeyen kalmıyor” izleğini takip ediyor. Acılar, bütün hareketin bedellerini Watts’a ödetmek ister gibi üzerine çökerken; Watts kendisini harekete adamış bir isyankar olarak da inandırıcı olamıyor. Watts hiç söz hakkı olmayan, açlık grevinden polis dayağına uzanan baskılarla mücadele eden kadınların hikayesinin mükemmel ve tekil bir sembolü olarak ayakta duramıyor. Bu da filmin anlattığı çok önemli hareketin hakkını verememesine neden oluyor.
İzleyiciyi etkileyemiyor