Venedik Film Festivali’nden Geleceğin Aslanı Ödülü’yle dönen “Çoğunluk” filmiyle dikkat çeken Seren Yüce’nin ikinci uzun metrajlı filmi “Rüzgarda Salınan Nilüfer”, orta üst sınıftan, küçük kızı ve eşiyle Bağdat Caddesi’nde yaşayan Handan’ı merkeze alıyor. Handan, yazar arkadaşı Şermin üzerinden hayatını yeniden şekillendirmeye çalışıyor. “Çoğunluk”un ardından bir kez daha orta sınıfı yeren bir filmle izleyicileriyle bu hafta buluşan Seren Yüce ve Handan’ı canlandıran Songül Öden’le filmi konuştuk.
- “Çoğunluk”ta da “Rüzgarda Salınan Nilüfer”de de üst orta sınıfa odaklanıyorsunuz.
Seren Yüce: Evet, bu film de bir ‘üst sınıf tasviri’ oldu. Belki “Çoğunluk”tan daha farklı bir tarafına baktım ve senaryoyu yazarken daha pırıltılı bir dünyayı göstermek aklıma geldi. Bu sınıfın bazı yönlerine takılıyordum. Bu sınıfı anlatmamdaki birinci neden tanıdığım, kendimi de zaman zaman içinde gördüğüm bir dünyayı daha rahat anlatabilmem. İkinci neden de çok normalleşmiş bir şeyleri su yüzüne çıkarmak.
-Filmin senaryosunun sizi bu rolü kabul etmeye ikna eden hangi yönüydü?
Songül Öden: Aslında benim için referans “Çoğunluk” filmiydi. Sinemada tek başıma izlemiştim ve çok beğenmiştim. Döndüğümde Seren
Hollywood’un yeniden çevrim rüzgârına alışmayan kalmadı ama “Muhteşem Yedili”, sinemanın en zorlu yeniden çevrimlerinden biri. Ne de olsa öncülleri sinemanın gelmiş geçmiş en önemli başyapıtlarından Akira Kurosawa imzalı “Yedi Samuray” (1954) ve yeniden çevrimle aynı adı taşıyan John Sturges’ın yönettiği 1960 tarihli klasik western. “Training Day / İlk Gün”ün aralarında olduğu filmlerin yönetmeni Antoine Fuqua’nın bu iki yapıtla baş etmesi güç. Nitekim en yeni “Muhteşem Yedili”, oyuncu kadrosunun ışıltısını arkasına alan, rahat izlenen, eli yüzü düzgün ancak sinemadan çıktıktan sonra hatırlanmayacak bir western olmanın ötesine geçemiyor.
1870’lerde İç Savaş sonrasında geçen filmde bir maden ağasının zulmünü gören kasaba, topraklarını bu zorbaya teslim etmek istemez. Silahşor Chisolm’a onunla mücadele etmesi için bütün maddi varlıklarını teslim ederler. Chisolm, bunu dokunaklı bulur ve altı silahşor daha toplar. Bu yedili kasabayı canları pahasına korumaya gayret ederler.
Zorbalara karşı durmak ve adalet için ayağa kalkan yedi kişinin hikayesinde bugün de dokunaklı olan bir şeyler var. Ama bu aynı hikayeyi yeniden çekmek için yeterli bir neden değil. Fuqua’nın belki bu
Harry Potter rolünün ünlendirdiği İngiliz aktör Daniel Radcliffe’in bir FBI ajanını canlandırdığı “Köstebek / Imperium” bir polisiye gerilim. Daniel Ragussis’in yönettiği film, FBI’da çalışan ve uyum sağlayamayan Nate Foster’ın Angela Zamparo adlı ajan tarafından gizli bir göreve atanmasını konu alıyor. Bu görev, Neo-Nazi gruplarına sızıp Zamparo’nun bu grupların büyük bir eylem hazırlığı yaptıklarına dair şüphelerinin peşine düşmek. Irkçı ve faşist grupların okudukları kitaplara ve jargona odaklanan Nate, Neo-Nazi gruplarına hızla uyum sağlayıp aranan bir üyeye dönüşse de her an bir köstebek olduğunun anlaşılma ihtimali var.
Film bu korkutucu gruplar arasında hızla gezinirken “Köstebek”in omurgasını, Radcliffe’in performansı ve “Acaba yakalanacak mı?” gerilimi oluşturuyor. Film yapı olarak hiçbir riske girmeden klasik bir anlatımı seçse de gerilimi sürekli ayakta tuttuğu söylenebilir.
Klasik bir anlatım
Sinemada “American History X” gibi birkaç yapımda işlenen gruplara odaklanması da onu benzerlerinden ayırıyor. Ancak filmin faşistlikleriyle dehşete düşüren bu gruplarla ilgili derine inme gibi bir derdi yok, sadece karakterinin görevi başarıp başaramayacağı şüphesi üzerinden
Sinemanın çok önemli başyapıtlarının olduğu büyüme öykülerine Ira Sachs, “Küçük Adamlar”la sınıf farkını katıyor ve gözden kaçmaması gereken bir yapıt sunuyor
Meşhur “400 Darbe”den (1959) “Kes”e (1969), günümüze yaklaşırsak “The Breakfast Club”dan “Boyhood”a büyüme öyküleri sinemanın birçok başyapıt çıkardığı bir alan. Bu kadar kaliteli filmlerin olduğu bir alanda fark yaratmayı başarabilen ABD’li yönetmen Ira Sachs, “Küçük Adamlar / Little Men”de minimalist ve etkili anlatımıyla gözden kaçırılmaması gereken bir büyüme öyküsü sunuyor.
Sancılı bir süreç
Ailesiyle birlikte Brooklyn’de bir daireye taşınan Jake, burada terzilik yapan annesiyle yaşayan Tony ile arkadaş olur. Jake çizime meraklı, içine kapalı bir çocukken, Tony aktör olmak isteyen, dış dünyaya daha dönük bir karaktere sahiptir. Bu arkadaşlık iki çocuğun büyüme sancılarına da iyi gelir. Ancak aileleri arasındaki sorunlar bu arkadaşlığın doğal seyrini ister istemez etkileyecektir.
Ira Sachs’in filmini diğer büyüme öykülerinden ayıran iki çocuk arasındaki sınıf farkının kalp kıran detaylarını ince ince filmine katabilmedeki becerisi.
Film çok saf bir dostluğun aileler arasındaki sınıf farkından nasıl etkilenebileceğini
Kağıt üzerinde başarılı bir kadroya sahip olan “Hayat Işığım” senaryo, yönetmenlik ve oyunculukta bekleneni veremiyor
Romantik filmlerdeki rüştünü “Aşk ve Küller”de kanıtlamış yönetmen Derek Cianfrance, çok satan bir kitap metni, Michael Fassbender ve Alicia Vikander gibi iki oyuncu, “Hayat Işığım / The Light Between Oceans”ı kağıt üzerinde umut vâdeden bir film gibi gösteriyor. Oysa Venedik Film Festivali’nde ana yarışmada yer alan film, başından sonuna işlemeyen bir melodram.
I. Dünya Savaşı sonrası ülkesi Avustralya’ya dönen Tom, ıssız bir adada bir fener kulesinde işe başlar. Ana karadaki Isabel’le yakınlaşıp evlenince o ıssız hayata Isabel de dahil olur. Çiftin çocuklarının olmaması ve Isabel’in çocuk saplantısı onları hukuk dışı bir karara iter. Bu kararın ahlaki yükümlülüklerinden ne zamana kadar kaçabileceklerdir?
Film eski moda bir hikayeyi, duygusal etkiler yaratmak için müzik ve kamerayı sallamak gibi yöntemlerle anlatıyor. Oyunculuk yönetimi anlamında da bir doz kaçması söz konusu. Cianfrance yeterince iyi işlenmediği için bir türlü duygusal olarak bağlanamadığımız karakterlerin dramına ortak etmeye çalıştıkça izleyici ile filmin arasındaki mesafe açılıyor. Ayrıca onur
Hollywood’un en güçlü isimlerinden birine dönüşen J. J. Abrams, 2009 yılında seriye “Star Trek”le yeniden hayat verdiğinde devamının geleceğinden herkes emindi. Nitekim “Bilinmeze Doğru: Star Trek”in (2013) ardından Kaptan Kirk, mantık abidesi sağ kolu Spock ile Atılgan mürettebatı uzayın derinliklerindeki maceralarına “Star Trek Sonsuzluk / Star Trek Beyond”la devam ediyor.
“Hızlı ve Öfkeli” serisinde yönettiği üç filmle tanınan Justin Lin’e emanet edilen serinin 13. filminde, Kaptan Kirk ona teklif edilen masa başı bir pozisyonu değerlendirirken Spock da Atılgan’dan ayrılmayı düşünüyor. Ancak başta rutin gözüken bir görev, Atılgan’a ve bağlı olduğu Federasyon’a karşı büyük bir saldırıya dönüşüyor. Saldırının lideri ise karanlık bir geçmişe ve Federasyon’a karşı hain planlara sahip Krall.
Yeni karakterler ve iddialı yeni kötü Krall, filme dahil olsa da filmin kalbinde bir kez daha Kirk ve Spock arasındaki dinamik ve zıtların dostluğu var. Üçüncü filmde iyiden iyiye oturan bu dinamikler, “Star Trek Sonsuzluk”u, “Bilinmeze Doğru: Star Trek”in biraz saptığı rotaya geri oturtuyor. Serinin bu iki halkası, alışıldık karakterin gençlik halleriyle tanıştığımız ilk filmin heyecanına
Courtney Hunt, 2008 yılının Sundance Film Festivali hiti “Donmuş Irmak / Frozen River”ın ardından bir daha sinema filmiyle izleyici karşısına çıkmadı. Uzun bir aradan sonra yönettiği mahkeme dramı “Yüce Adalet / The Whole Truth”, Hunt’ın televizyon dizilerinde geçirdiği zamanın sinema anlayışını zedelediğini ortaya koyuyor.
Filmin anlatıcısı Richard Ramsay bir avukat. Tanıdığı bir ailenin 17 yaşındaki oğlu Mike, babasını öldürdüğünde onun savunmasını üstleniyor. Ancak Mike’ın konuşmayı reddetmesi, onu kurtarmak isteyen Richard’ın işini bir hayli zorlaştırıyor.
Klostrofobik bir ortamda geçen mahkeme sahneleriyle devam ederken, geçmişe de dönerek olayların içyüzünü gösteren film, hakikatin ne olduğu sorusu üzerinde duruyor.
Filmin oyuncu kadrosunda ana karakterdeki Keanu Reeves, yan rollerde Jim Belushi ve Renee Zellweger’in varlığına rağmen filmin komplosu, kurgusu ve karakterleri filmi ilgi çekici kılmaktan uzak.
Woody Allen’ın yeni filmi “Cafe Society”, izleyicisine 1930’ların Hollywood’unu arka planına alan bir aşk hikayesi sunuyor
Dünyanın en hızlı üreten yönetmenlerinden Woody Allen’ın bu yılki Cannes Film Festivali’ni açan filmi “Cafe Society”, 1930’lar Hollywood’unda geçiyor. Konusu ise Hollywood sistemi eleştirisinden ziyade bir aşk hikayesi.
New York’tan, önemli bir menajer olan dayısının yanına Los Angeles’a gelen Bobby, Woody Allen’ın kendisinin de canlandırabileceği nevrotik Allen personasına sahip. Jesse Eisenberg’in Allen’ı anımsatan bir oyunculukla canlandırdığı Bobby, burada dayısının asistanı Vonnie’ye ilk görüşte âşık olur. Vonnie başta onunla arkadaşlıktan fazlasını düşünmez ama sonra onun hislerine karşılık verir. Ancak çiftin ilişkileri mutlu bir şekilde devam etmeyecektir.
Allen’ın kaçan fırsatlar, bozulan planlar ve kalp kırıklıkları üzerine filmlerinin bir yenisi olan “Cafe Society”, son dönem Allen filmleri arasında ortalama bir seviyede.
“Maç Sayısı” veya “Blue Jasmine” seviyesinde değil belki ama “Irrational Man” veya “Magic in the Moonlight” kadar küçük ve önemsiz bir Allen filmi de değil.
Allen yeni filminde de izleyicisinin çok iyi bildiği ama izlemekten de