Sinemanın köpekbalığı korkusu “Jaws”dan beri bitmiyor. Köpekbalıklarının insanlara saldırdığı filmlerin en yenisi “Karanlık Sular / Shallows”, “Non-Stop” ve “Evdeki Düşman”ın da aralarında olduğu Hollywood tür filmleri çeken İspanyol yönetmen Jaume Collet-Serra’nın imzasını taşıyor.
Filmin ana karakteri Nancy, kaybettiği annesinin izinden Meksika’da gizli bir plaja sörf yapmaya gider. Başta bu cennet koydaki sörf macerası yolunda giderken Nancy’ye büyük beyaz bir köpekbalığı musallat olur. Nancy yavaş yavaş üzerindeki yas havasını dağıtıp köpekbalığına kolay bir yem olmamak için mücadeleye girişir. Israrla ve neredeyse saplantılı şekilde Nancy’ye savaş açan köpekbalığı, sinemanın hayvanlara insan özellikleri atfetmesinde yeni bir mihenk taşı olabilir.
Konusundan da anlaşılabileceği gibi denizde tek bir insanın mücadelesini izlediğimiz film, başındaki tutukluktan neyse ki kısa sürede kurtuluyor. Lively’nin canlandırdığı Nancy, basmakalıp klişelerle derinliği olan karakter haline getirilmeye çalışılsa da bu çaba sonuçsuz kalıyor. Collet-Serra kolay izlenir ve unutulur bir filme imza atıyor.
“Shallows / Karanlık Sular”
Dokuz yılın ardından 2000’lerin ruhunu yakalayan ajan serisi Jason Bourne’un yönetmeni Paul Greengrass ve başrol oyuncusu Matt Damon yeniden işbirliği içinde ve seriye yeni bir halka ekliyorlar. Bu yeni halka “Jason Bourne”da, ajan eskiden neyse şimdi de o. Kendinden çalınan geçmişi hakkında bilgi kırıntıları buluyor. Bunu yaparken üstün ajanlık yeteneklerini kullanıyor. Bu esnada CIA birbirine giriyor. Elbette kendi karakteri ve geçmişiyle ilgili hesaplaşması bitmiyor.
“Jason Bourne”da sadece ana karakter değil, Paul Greengrass’in hikaye anlatımı da bildiğimiz gibi. Kamera bir an yerinde durmuyor. Hikaye oradan buraya sürüklenirken, izleyiciye nefes alacak yer bırakılmıyor. Bu durum da, Bourne’un yaşadığı paranoya ve telaşla örtüşüyor. Uzun sözün kısası, Jason Bourne’un dönüşü serinin sevenleri için gerekli her öğeyi barındırıyor.
Şu hariç: Bourne serisi 2000’lerde başladığında çağın ruhunun telaşını, paranoyasını ve güvensizliğini adı henüz konmadan yakalamıştı.
Geçen yıl Venedik Film Festivali’nde yarışan “Hatırla / Remember”, şu dönemde en parlak yıllarını yaşamayan Atom Egoyan’ın yeni filmi. Film, ömürlerinin sonuna yaklaşmış ve huzurevinde yaşayan iki adamın, Nazilerden intikam almaya karar vermesiyle başlıyor. Hareket etmekte zorlanan Max, demans semptomları gösteren Zev’i onlara ölüm kampında işkence eden bir adamın peşine yolluyor. Max, Zev hatırlamakta zorlandığı için ona adım adım ne yapması gerektiğini söyleyen bir mektup da veriyor. Zev çıktığı yolculukta işkencecilerine ulaşmaya çalışıyor.
Zev’i canlandıran büyük aktör Christopher Plummer’ın adanmış performansı, izleyicinin inancını her adımda sarsan bu hikayeye bağlanmak için en sıkı ip. Egoyan, Plummer rolü kabul etmese ne yapacağını bilmediğini söylüyor, haklı. Filmin hafıza ve geçmişle ilgili temaları Egoyan filmografisini takip edenlerin aşina olduklarından. Ancak “Hatırla”, Egoyan’ın bu temaları işlediği filmlerin en güçlüleri arasında değil.
İleriye doğru bir adım
Şunu da eklemek lazım: Egoyan’ın önceki filmi “Kayıp Çocuk / The Captive”de yönetmenin en sevdiği temaların nasıl karikatüre dönüştürüldüğü düşünülürse, “Hatırla” ileriye doğru bir adım. Dolayısıyla
Belgesel sinemanın popüler ve öfkeli ismi Michael Moore’un yönettiği “Şimdi Nereyi İşgal Edelim? / Where to Invade Next?”, yönetmenin en ümit dolu filmi. Moore sürekli eleştirdiği ABD’den elinde bir ABD bayrağıyla çıkıyor. Dünyanın dört bir yanındaki ülkeleri ziyaret edip ülkesine alabileceği zenginlikleri buluyor: İtalya’nın sekiz haftalık ücretsiz izni, Fransa’dan okulların harika ve sağlıklı yemek sistemi, İzlanda’dan kadınların toplumdaki değeri yönü ve bankerlerin cezalarını çekmeleri, Tunus’tan kadın hareketi, Almanya’dan geçmişle hesaplaşma sorumluluğu... Moore bütün bu güzellikleri hem sevdiği hem kariyerini kıyasıya ve sert bir üslupla eleştirmeye adadığı ülkesine öneriyor.
ABD’nın petrol işgallerine oranla çok daha aydınlık olan bu işgalin bir tek ABD vatandaşlarına değil, filmi izleyen herkese güç veren bir yönü var. Moore’un esprili, renkli ve didaktiklik sınırında gezen direkt belgeselcilik anlayışının hayranları, önceki Moore belgesellerinde bulduklarının bu filmde de eksikliğini duymayacaklar. Ama önceki Moore filmleri bir tokatsa bu film uzlaşma için uzatılan bir el gibi. Evet, Moore, ziyaret ettiği ülkelere pembe gözlüklerle bakıyor ama belgeselin başında da
Edgar Rice Burroughs’ın ilk kez 1912’de okuyucuyla buluşan vahşi çocuğu “ormanlar kralı” Tarzan, o günden bugüne sık sık sinemaya uyarlanan bir kahraman. 200’ü aşkın filmde karşımıza çıkan Tarzan, bu sefer “Tarzan Efsanesi / The Legend of Tarzan”da yeniden izleyicilerin beğenisine sunuluyor. Filmin yönetmeni son dört “Harry Potter” filminde imzası bulunan İngiliz yönetmen David Yates. Tarzan’ı ise Norveç sinemasının Hollywood’a da transfer olan aktörlerinden Alexander Skarsgard canlandırıyor.
Film alışıldık Tarzan hikayesi izleğini takip etmiyor. Artık ormanda hayvanlarla yaşadığı yılları geride bırakmış Tarzan, Londra’da Lord Clayton olarak zengin bir yaşam sürüyor. Elbette hayat arkadaşı Jane’le birlikte. Ancak büyüdüğü Kongo ormanlarının diplomasiyle parçalanması ve tehdit altında olması onun Londra’yı bırakıp ormana dönmesine neden oluyor.
Oldukça pahalı bir film olan “Tarzan Efsanesi”, gösterime girdiği ülkelerde gişede bekleneni getirmedi. Eleştirmenler ise yeni dünya hassasiyetleriyle örülmüş bu yeni Tarzan hikayesi konusunda ikiye bölünmüş durumda.
“Tarzan Efsanesi / The Legend of Tarzan”
Yön.: David Yates Oyn.: Alexander Skarsgard (John Clayton / Tarzan), Christoph Waltz
Bu yılki Berlin Film Festivali’nde yarışan “Midnight Special”, “Take Shelter” ve “Mud”la kendisine sağlam bir hayran kitlesi edinen Jeff Nichols’ın daha geniş kitlelere ulaşmayı hedeflediği film. İşleri daha da büyüttüğü film bu yıl Cannes’da yarışan “Loving”di ama bu film, henüz Türkiye vizyonunun gündeminde değil. “Midnight Special” bilimkurgu öğelerinin öne çıktığı bir yol filmi. Özel güçleri olan Anton adlı bir çocuk, babası ve babasının bir arkadaşı tarafından güvenli bir yere götürülmeye çalışılır. Ancak peşlerinden FBI’dan tarikatlara çeşitli kişiler vardır.
Başrollerdeki iki önemli aktörün, Nichols’ın gözde oyuncusu Michael Shannon ve Joel Edgerton’ın performanslarını bir yana bırakırsak Nichols’ın çok iddialı filmi, aynı anda her şey olmaya çalışıyor. Saymaya çalışalım: Aileyle ilgili duygusal bir yol filmi. Kendisinin de belirttiği gibi Spielberg’in “E.T.” ve “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar”ına saygı duruşu ki bu da unutulmaz bir bilimkurgu demek. Ayrıca kartlarını ağır ağır açan bir gizem öyküsü. Amerika hakkında yüzeyin altında yorumlar barındıran bir alegori. Ancak bütün bu iddianın sonucu oldukça iniş çıkışlı, bir türlü dengesini bulamayan bir karışıklığın ötesine
Felaket filmi 1996 yapımı “Kurtuluş Günü / Independence Day” uzaylıların saldırısına uğrayan dünyanın ve insanoğlunun yaşam savaşı vermesi üzerineydi. 1990’ların gişede başarılı ve popüler kültürde bilindik filmlerinden biri haline de geldi. Şimdi ilk filmin arkasındaki ekip yönetmen Roland Emmerich ve filmin oyuncu kadrosunun bir bölümü devam filmini sunuyor.
İlk felaketin üzerinden 20 yıl geçmiş, barış içinde yaşayan insanlar uzaylıların teknolojisini savunma sistemi kurmak için kullanmıştır. Ancak işler beklendiği gibi gitmez ve dünya bir kez daha sömürücü ve yıkıcı bir uzaylı istilasına karşı direnmek zorunda kalır.
3D seçeneğiyle gösterime giren film çok karakter ve olayların kopuk kopuk ilerlediği bir yapıyı takip ediyor. Elbette işgal anında hikayeler birbirine bağlansa da film; yeni dünyayı ve karakterleri tanıttığı bölüm vesilesiyle biraz geç açılıyor. Ancak Emmerich ve ekibi görsel tasarım ve efekt kullanımıyla izleyicinin dikkatini toplamakta zorlanmıyorlar. Sonuç itibariyle film, ilkinin izinden sadakatle giden felaket filmi izleğiyle bilim kurguyu birleştiren, bu türlerin sevenlerine bekledikleri kaçış sineması deneyimini yaşatmakta zorlanmayacak bir yapım.
“Ku
Çok satan kitap uyarlaması, mendilleri hazırlatan romanslar vizyondan eksik olmuyor malum. Bu yılın “The Fault in Our Stars” adayı da Jojo Moyes’in aynı adlı romanından bizzat Moyes tarafından senaryolaştırılan “Senden Önce Ben / Me Before You”. Tiyatro yönetmeni Thea Sharrock’ın ilk sinema yönetmenliği olan İngiliz yapımı film, çok satan romanı bilmeyenlerin dikkatini “Game of Thrones”un Daenerys Targaryen’ı Emilia Clarke’ın başroldeki varlığıyla çekti. Clarke’ın başrolü paylaştığı Sam Claflin de “Açlık Oyunları” serisinden tanıdık bir yüz.
Film, işçi sınıfından çocuk gibi giyinmeyi seven güler yüzlü Lou’nun şato sahibi çok zengin bir ailenin oğlu Will’in bakımını üstlenmesiyle başlıyor. Çok sportmen ve başarılı bir işadamıyken geçirdiği bir kaza sonucu boynunun altı felç olan Will, başta Lou’ya kök söktürse de, zamanla ikili iyi anlaşmaya ve elbette birbirlerine âşık olmaya başlıyor.
Özellikle Clarke’ın abartılı çizilen karakterini de aşan abartıdaki oyunculuğunu kabullenenler için işleyen filmde Claflin’in sadeliği dengeleyici bir görev üstleniyor. Finalindeki sürprizleri ele vermemek için açıklamadığımız, ancak engelliler ve yakınları tarafından haklı olarak eleştirilen