Aralarında “Kurtuluş Günü”, “İşaretler”, “Dünyalar Savaşı”nın da olduğu uzaylı istilası filmleri, izleyiciye bilimkurgunun yanı sıra çok keskin siyasi mesajlar da sunar. Uzaylılar yabancı ve düşmandır. Onları dünyayı işgalden kurtaranlar ise ya Tanrı ya da asker, erkek ve tercihen Amerikalıdır. Sağ siyasetin ürünü bilimkurgulardan sıkılanlar için yeni bir seçenek var çünkü uzaylı istilası filmleri arasında “Dünyanın Durduğu Gün” (1951) gibi sol siyasetin ender temsilcilerine “Geliş / Arrival” da katılıyor.
Hollywood’a yeni adım atan Kanadalı parlak yönetmen Denis Villeneuve, “Geliş”te uzaylıları dünyaya indiriyor. Ancak onlarla iletişim kurma konusunda başrolü askeri birliklere değil, Amy Adams’ın adanmış bir performansla canlandırdığı dilbilim profesörü Dr. Louise Banks’e veriyor. Elbette askerler, siyasiler savaş söylemleriyle bu istilayla baş etmeye çalışıyor. Ancak Banks, hem bilgisine hem de içgüdülerine güvenerek uzaylıların dilini çözmeye çalışıyor ve bu dilin çözümü insanlığın ümidi oluyor.
Kabul etmek lazım, bir kadın dilbilimciyi, savaşın yerine iletişim ve dili koyan bir bilimkurgu sıklıkla karşımıza çıkmıyor. “Geliş”, dünyanın çatışmalarla dolu olduğu günümüzde çözümü
Meşhur “Temel İçgüdü”, “Gerçeğe Çağrı” ve “RoboCop”ta imzası bulunan Hollandalı yönetmen Paul Verhoeven, popüler sinemanın görüp görebileceği en ilginç sinemacılardan. “Kara Kitap”la Avrupa sinemasına dönen Verhoeven, bu yıl Cannes Film Festivali’nde yarışan yeni filmi “O Kadın / Elle”le çalışan en önemli yönetmenlerden biri olduğunu bir kez daha kanıtladı.
Fransa’da geçen hikayede, Isabelle Huppert’in akıl almaz bir performansla canlandırdığı Michele Leblanc merkezde. Bir oyun şirketinde yönetici olarak çalışan üst sınıfa mensup Leblanc, bir gün evinde tecavüze uğrar. Ona tecavüz eden adamın peşine düşer.
“O Kadın”, kağıt üzerinde gözüken konusundan çok daha fazlasını vâdediyor. Film, Leblanc’ın zihninin ve psikolojisinin mahzenlerinde geziniyor ve basit bir intikam hikayesi sunmaktan ziyade psikolojik bir gerilim sunuyor. Bu tür bir konuda mizahı, gerilimi, gizemi ve karakter derinliğini bir arada sunmak ancak Verhoeven’ın ustalığına ve becerisine sahip bir yönetmenin altından kalkabileceği bir iş. Elbette Huppert’in oyunculuk becerileri filmden eksik olsa “O Kadın”ın bu kadar iyi işlemeyeceği ortada. Dolayısıyla karşımızdaki yönetmen ve oyuncu uyumunun bir eseri.
“O Kadın”,
Ben Affleck gibi A listesinde bir isim, J. K. Simmons gibi yeni Oscar kazanmış bir aktör, David O’Connor gibi ümit vâdeden bir yönetmen, askeri eğitim almış bir muhasebeciyi aksiyon kahramanına dönüştürüp bunların arka planına otizmi yerleştiren “Hesaplaşma / The Accountant”ın kadrosundaysa Hollywood’da senaryo krizi yüzünü bir kez daha gösteriyor demektir. Sonuç kağıt üzerinde gözüktüğünden farklı değil, belki daha da vahim.
Sürekli takma adlar kullanan “muhasebeci”nin babası çocukluğunda otizm tedavisi görmesine izin vermez. Kendi yöntemleriyle onu hayata hazırlamak için bir dövüş uzmanı haline getirir. Yetişkinliğinde muhasebeci, matematik yetenekleriyle bir şirketteki yolsuzluğu bulur. Bu durum işlerine gelmeyen kötü adamlar peşine düştüğünde askeri eğitimi devreye girecektir. Bu arada şirkette tanıştığı Dana Cummings’i de korumaya çalışacaktır.
Filmin bu “sıra dışı” kahramanı nispeten ağırbaşlı şekilde tanıttığı ilk bölümün ardından geçmişe dönüşlerle birlikte muhasebeciden bir aksiyon kahramanının doğduğu bölümler geldiğinde işler daha da zıvanadan çıkıyor. Filmin otizm üzerinden elde ettiği aksiyon ve karakter malzemesi, tek kelimeyle etik dışı. Eğitim anlarından
Tom Cruise aksiyon kahramanlarına en çok yakışan aktörlerden. Aralıklarla süren “Mission Impossible” serisindeki ajana, 2012’de aynı adlı filmle Jack Reacher’ı eklemişti. İngiliz yazar Lee Child’ın polisiye serisinin sinema uyarlaması film, askeri geçmişe ve eğitime sahip Jack Reacher’ı merkeze alıyordu. Filmin ağır aksak başlayan gişe macerası, dünya genelinde 200 milyon dolarla mutlu sonla bitince, devam filmi kaçınılmaz oldu ve Jack Reacher, “Jack Reacher: Asla Geri Dönme / Jack Reacher: Never Go Back”le yeniden aramızda.
İlk filmdeki olaylardan dört yıl sonra geçen filmde, Jack Reacher’ın ismi lekeleniyor. Film boyunca bir yandan ismini kirleten hükümet komplosunu ortaya çıkarmaya ve bir yandan da yakalanmamaya çalışıyor.
“Jack Reacher: Asla Geri Dönme”, daha önce Tom Cruise’la başarılı işbirliği “Son Samuray”a imza atan yönetmen Edward Zwick’in imzasını taşıyor. Filmle ilgili eleştirilerde, polisiye aksiyon türünün formüllerine sıkı sıkıya bağlı kalması yerilirken, bu tür filmlerde kurtarıcı aktörü üstlenen Cruise’un varlığının bile yetmediği vurgulandı. Eleştiriler ne derece olumsuz olursa olsun Reacher gişede başarılı olduğu sürece maceralarının devam edeceği kesin.
“Jack
Dan Brown’ın milyonlar satan gerilim romanları sinemanın da popülerliğinden faydalandığı kitaplardan. Malum, “Da Vinci Şifresi” ve “Melekler ve Şeytanlar” sinemaya Tom Hanks’in başrolü üstlendiği ve ana akımın kalburüstü yönetmenlerinden Ron Howard’ın yönettiği filmlerle uyarlandı. Bu serinin üçüncü halkası “Cehennem / Inferno” aynı kadro tarafından izleyici karşısına çıkarılıyor. Serinin sinema uyarlamalarının genel eğilimi “Cehennem”de de bozulmuyor: Gişede bekleneni vereceği kesin film, heyecan uyandırmaktan uzak.
Sanat tarihi ve semboller uzmanı Prof. Robert Langdon, Floransa’da bir hastanede yaralı olarak uyanır. Başına ne geldiğini hatırlayamamaktadır ve cehennem tasvirine benzeyen sanrılar görmektedir. Bir saldırıya uğrayınca doktoru Sienna Brooks’la hastaneden kaçarlar. Langdon insanlığın başına gelecek bir felaketi bir kez daha işaretleri takip ederek Dante ve sanat tarihi bilgisiyle çözmek zorundadır. Komplo, Langdon’ın yolunu İstanbul’a da düşürecektir.
Film, romanların sürükleyiciliğini hantal başlangıcıyla bir türlü yakalayamıyor. Başrolde Hanks gibi izleyicinin kayıtsız kalamayacağı bir aktör olmasına rağmen film üzerindeki ataleti atamıyor. Ortalarında
Sinema tarihçisi ve yazarı, bilim kurgu, fantastik ve korku türlerinin büyük ustası ve meraklısı, İstanbul araştırmacısı, Türkiye’nin en birikimli aydınlarından Giovanni Scognamillo 87 yaşında hayatını kaybetti. Bütün ömrünü yazım ve sanatın çeşitli alanlarında üreterek geçiren, kaynak kitap niteliğinde eserler ve araştırmalar kaleme alan Sinema Yazarları Derneği’nin (SİYAD) onursal üyesi Scognamillo, Türkiye’nin entelektüel yaşamında doldurulamayacak çok büyük bir boşluk bıraktı.
Giovanni Scognamillo, 25 Nisan 1929’da İstanbullu Rum bir annenin ve Levanten bir babanın oğlu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Sinema aile mesleğidir. Babası Leone Scognamillo’nun Elhamra Sineması’nın müdürü olmasının yanı sıra ailesinde Atlas, Lüks gibi sinemaların işletmecileri vardır. Annesi siyah beyaz filmlerin ara yazılarını koyup onları boyamaktadır. Giovanni Scognamillo, film izleyerek ve sinema konuşmaları dinleyerek büyür.
Bitmeyen merak
Paula Hawkins’in sadece ABD’de 3 milyondan fazla kopya satan aynı adlı romanından uyarlanan “Trendeki Kız / The Girl on the Train”, çok parçalı bir hikayenin bir puzzle gibi bir araya gelmesinden oluşan bir gerilim.
Kocasının yeni eşi Anna ve küçük bebekleriyle kurdukları mutlu yaşam, alkolizmle mücadele eden Rachel’ı kötü etkilemektedir. Rachel trenle önünden geçtiği bir evde eski yaşamından izler görür. Bu evde kocasıyla ideal bir yaşamı var gibi gözüken Megan yaşamaktadır ve Rachel, Megan’ı saplantı haline getirmiştir. Bir gün Megan ortadan kaybolur. Rachel içtiği günlerde sıkça yaşadığı gibi o geceyi de hatırlamamaktadır.
“Duyguların Rengi”yle tanınan yönetmen Tate Taylor, zamanla bir araya gelmesi gereken parçaları birleştirirken gereken ustalığı sergilemiyor. Filmin hikayesinin gizemini korumaya çalışırken, karakterler tek boyutlu ve psikolojileri tekil olaylara indirgenen kişiliklere dönüşüyor. Oysa psikolojik gerilim türünde karakterlerin psikolojilerine dair daha fazla ipucu gerekiyor şüphesiz. Filmin yapısının zorluğu, gerilimin ayakta kalması için karakterlerin feda edilmesi sonucunu doğuruyor. Umursamanın zor olduğu karakterleri takip etme mecburiyeti filmin geriliminin
Bir süredir kendi stilinin karikatürü filmlere imza atan ve en sadık hayran kitlesini bile zorlayan Tim Burton, yeni filmi “Bayan Peregrine’in Tuhaf Çocukları / Miss Peregrine’s Home for Peculiar Children”da Ransom Riggs’in aynı adlı fantastik romanını uyarlıyor. Bu romanda kendi ilgilendiği temalara cuk oturan bir temel bulan Burton, içinde olduğu ve kendi kendisini tekrarladığı kısır döngünden bu sefer de çıkamıyor.
Sadece dedesi Abraham’la yakın bir ilişkisi olan Jake, onu kaybedince Galler’de dedesinin büyüdüğü yetimhaneye gider. Dedesi bu yetimhanenin müdiresi Peregrine ve baktığı tuhaf çocuklar hakkında birçok hikaye paylaşmış, ancak bu hikayelere ailede Jake dışında kimse inanmamıştır. Jake, Galler’e gittiğinde hem bu hikayelerin doğru olduğunu hem de bu yeni ve gizemli dünyayı keşfedecektir. Dedesinin bahsettiği kişilerle tanışma fırsatı da yakalayacaktır.
Başı ümit vaat ediyor
Tim Burton gerçek dünya ve anlatılan kurgu arasında gidip gelen ilk bölümde bir kez daha rasyonellik ve hayal gücü arasındaki ikilemi kuruyor. Bu ilk bölüm, “Büyük Balık” ve “Makas Eller” gibi başarılı filmlerinin atmosferini hatırlatıyor ve ümit vaat ediyor. Ama hikaye tuhaf çocukların dünyasına