Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, bayramın ilk günü yaptığı bir konuşmada ABD’nin PKK/PYD’ye verdiği silahları gündeme getirdi. “Terör örgütüne verdikleri silahları geri alacaklarını söyleyerek Türkiye’yi kandırdıklarını sananlar büyük bir yanılgı içerisinde olduklarını anlayacaklar”, dedi.
Bu, şimdiye kadar söylenmiş en sert ifadelerdi. Rakka harekâtı genişledikçe, ABD’nin müttefiki PKK/PYD’ya sağladığı silah ve teçhizatın miktarı artıyor, niteliği hızla değişiyor. Sağlanan askeri ve teknik kapasite ne “müttefiklik” ilişkisinin ruhuna, ne hukuki normlara, ne siyasi, ne de ahlaki ölçülere sığmıyor.
Aslında ABD’li yetkililer kararlarının sorunlu olduğunun farkındalar. Bu sebeple Türkiye’yi “teselli” edecek söylem geliştirme peşindeler. Türkiye’yi bilgilendirmekten, silah listesinin paylaşılmasından, sarfının kontrol edileceğinden ve operasyon bittiğinde de geri toplanacağından dem vuruyorlar.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın tepkisinin yerindeliğini anlamak için üç konuya odaklanmak gerekir. İlk olarak PKK’nın tarihi tecrübelerine ve organizasyon kültürüne bakmakta fayda var. PKK, silah ve mühimmat sorununu, kırık yıl boyunca, bölgesel savaş ve kriz ortamlarının yarattığı fırsatlardan
Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin gerçekçi zemine oturmaya başladığı bir döneme girdiğimiz görülüyor. Tarafların bugüne kadar izledikleri stratejinin esasını “alıyormuş” gibi yapmak ve “giriyormuş” gibi davranmak oluşturdu. Bu strateji geçmişe iç ve dış politik koşullara, dengelere ve çıkarlara cevap verebiliyordu. Nitekim söylem ve araçlarda bu çerçevede şekillenmişti.
Zamanla, gerek AB’nin gerekse Türkiye’nin iç ve dış koşulları, beklentileri ve söylemleri değişti. İngiltere AB’yi terk etme kararı aldı. Seçim sonrası ABD, eskisi kadar AB’yi ve değerlerini önemsemediği gibi, güvenlik konularında da yan çiziyor. Rusya bugün AB güvenliği için daha büyük bir sorun. Arap Baharı’nın tetiklediği mülteci akını, derinleşen terörizm/güvenlik sorunları öncelikleri değiştirmiş görünüyor.
Demokrasi ve insan hakları söylemi cılızlaşırken, AB’nin de psikolojik gücü ve etkisi erozyona uğramış görünüyor. Geldiğimiz noktada artık, iki taraf için de AB’ye “alıyormuş gibi, giriyormuş gibi yapma” stratejisinde sona gelindiği açık. Bu nedenle, taraflar daha gerçekçi ve somut araçlarla sonuç almaya girişmiş görünüyorlar.
Avrupa Parlamentosu Raportörü Kati Piri, BBC Türkçe servisine verdiği
DAEŞ militanları 7 Haziran günü Tahran’da parlamento binası ile Humeyni’nin türbesinde terör estirdiler ve 18 kişiyi katlettiler. Saldırı İran’da şok etkisi yarattı. Ardından yetkililer bunun cevapsız kalmayacağını açıkladılar. Pazar günü ajanslar Devrim Muhafızları Komutanlığı’nın İran’ın batısından ateşlediği orta menzilli füzeler ile Suriye’nin doğusunda yer alan Deyr-i Zor kasabasındaki DAEŞ karargâhı ile militanlarının vurulduğunu duyurdu. Her ne kadar füzeler yaklaşık 1000 kilometre uzaklıktaki DAEŞ’i hedef almış olsa da sonuçları itibarıyla birçok ülkenin siyasi, askeri ve istihbarat yetkililerini uykusuz bırakmış olabilir.
İran’ın orta menzilli füze kullanımını birkaç açıdan ele almak mümkün. İlk olarak, Suriye insani trajedilerin yaşandığı bir savaş alanı olmanın yanı sıra, birçok ülkenin askeri teknolojilerini, muharebe tekniklerini ve kapasitesini test ettiği bir deney sahası haline geldi. Rus ordusu yaptığı denemelerle başı çekiyor. İran’dan, Hazar Denizi’nden füze atışları, yeni uçakların test edilmesi Rusların sıradan faaliyetleri arasında yer alıyor. Benzer “askeri” deneyleri ABD, Fransa, İngiltere, İsrail ve Almanya’nın yanı sıra diğer ülkeler de yapmayı
Ortadoğu, bazılarının büyük önem atfettiği, umutlar beslediği Arap Baharı’nın sona ermesinin ardından ortaya çıkacak yeni düzenin ağır sancılarını yaşıyor. Neyi, nasıl yapacağını tam bilemeyen ABD’nin sarsak, kısa metrajlı bölge politikasının bu resme katkısı oldukça büyük. Bölgesel aktörler arayış içindeler. Bir yandan yeni hedeflerler belirlemeye çalışırken, bir yandan da ittifaklarını güçlendirmenin yollarını arıyorlar. Arap Baharı ile tarihte hiç olmadığı kadar görünür hale gelen devlet dışı aktörler ise yeni tabloda etkilerini artırmaya veya meşruiyetlerini sağlamaya çalışıyorlar.
Bölge ülkelerinin birçoğunda iç savaş, gerilla hareketleri ve terörizm sorunu devam ediyor. Mevcut veriler kaosun sona ermesinin daha uzun yıllar alabileceğini gösteriyor. Yemen’de, Irak’ta, Suriye’de veya Libya’da olduğu gibi. Eski, demirbaş sorunlar ise tekrar gündemde; İran krizi, Filistin sorunu, Kuzey Irak Kürt Bölgesi’nin bağımsızlık talepleri gibi.
Böylesine karmaşık bir ortamda Barzani, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin 25 Eylül 2017’de bağımsızlık için referanduma gideceğini açıkladı. Açıklama farklı tepkilerle karşılandı. İran, Türkiye, ABD referanduma karşı olduklarını ilan ederlerken,
15 Temmuz darbesi “kontrollü” olarak tanımlandığında, tartışmanın odağı darbeyi yapan FETÖ’den hükümete kayıyor. Sadece bu nedenle bile, “kontrollü darbe” iddialarına yakından bakmak gerekir.
Bugün darbeye dair daha fazla veriye sahibiz. İddianameler, TBMM 15 Temmuz Araştırma Komisyonu’na verilen ifadeler, kurumların gönderdiği raporlar ve devam eden davalarda sanıkların açıklamaları bunlardan bazıları. Şüphesiz mevcut verilerle bile darbe girişimine dair her şeyi tam olarak açıklayamıyoruz. Hâlâ gri alanlar mevcut.
Yine de mevcut veriler ışığında gerçeğe yakın analiz yapmak, “kontrollü darbe” iddialarına cevap vermek mümkün. 15 Temmuz darbe kararının FETÖ’nün sivil kanadı tarafından alındığını, darbe gecesi yapılan açıklamaya bakıldığında ise politik/ideolojik çerçevenin FETÖ’cü sivil ve askerlerce birlikte çizildiğini görebiliyoruz.
Öte yandan, darbenin icra safhasında FETÖ’cü sivillerin sayısı az olmakla birlikte stratejik düzeyde rol üstlendikleri de bir gerçek. FETÖ’cü askerlerin ise darbenin askeri planlama ile icrasında görevlendirildikleri anlaşılıyor. Darbenin başarısızlığa uğramasının ardından icracıların kim olduklarını bilmekle birlikte, planlama grubuna ve
“Kontrollü darbe” iddiala-rının tutarlı olup olmadığını anlamak için yaşananları üç aşamaya ayırarak işe başlamak faydalı olabilir. Bunlar, darbe hazırlıkları, darbe esnasında yaşananlar ve darbe sonrası gelişmeler. Eğer iddia doğru ise, “kontrol” her aşamada farklı araç ve yöntemlerle sürdürülmüş olmalı.
Darbeciler, 30-40 yıl boyunca güç biriktirdiler. FETÖ’cü sivil ve askerler beraberce en az iki üç yıl önce “darbeyi” gündemlerine aldılar. Ardından planlama, hazırlık ve icra üzerinde çalıştılar. 15 Temmuz günü de icraya giriştiler. Darbecilerin birçoğu, yola çıkarken başarısızlık halinde ölümle veya ağır cezalarla karşılaşacaklarını biliyorlardı. Bu nedenle de ölüm yağdırdılar.
“Cemaatin” ordudan tasfiyesini sağlamak amacıyla, hükümetin tüm gelişmelere bilerek ve isteyerek izin verdiği, kontrolü elinde tuttuğu iddialarını mercek altına almak gerekir. Bu varsayımın gerçek olabilmesi hükümetin de tıpkı darbeciler gibi bir “karşı” planı, hazırlığı, kuvveti, ekibi ve stratejisi olmasına bağlıdır. Vakti geldiğinde darbecileri akamete uğratacak planlardan, liderlerden, icracı kurumlardan ve askeri kuvvetlerden söz ediyoruz.
15 Temmuz darbe girişimi, F-16 uçaklarının,
15 Temmuz darbe girişimi, 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı tutuklama hamlesiyle açığa çıkan “savaşın” son muharebesi olarak okunabilir. FETÖ son muharebede ağır zayiat verdi. Buna rağmen, diğer yeraltı örgütleri gibi, “savaşı” kaybetmediğini, sadece “muharebeyi” kaybettiğini düşünüyor olmalı ki halen farklı cephelerde savaşını yürütüyor.
FETÖ, fiziki imkânlarının devletten/hükümetten çok daha zayıf olduğunu biliyor. Bu nedenle, mücadelesini fiziki dünya üzerinden değil, “algılar-zihinler” üzerinden götürüyor. Teknolojinin imkânlarını, küreselleşmenin fırsatlarını kullanıp, müttefiklerinin açık kapalı desteğini arkasına alarak savaşını güçlü olduğu sahada, “propaganda cephesinde” veriyor.
Propaganda cephesinde mücadele ağırlıklı olarak medya/sosyal medya üzerinden yürütülüyor. Hedef kitleleri etkilemek, fikirlerini ve kanaatlerini şekillendirmek için uğraşıyor. Ulaşılabilen herkesin “cemaate” inanması da gerekmiyor. Önemli olan, kitlelerin hükümetin söylediklerine, yaptıklarına şüpheyle yaklaşmaları ve güven duymamalarını sağlamak. Bu nedenle, hedeflenen başarı, FETÖ’nün kendi gücünden çok devletin/iktidarın hatalarından, naifliğinden neşet ediyor.
Bugün FETÖ, propaganda savaşını
15 Temmuz darbe girişimi, hükümeti devirmek maksadıyla Türkiye’nin çeşitli yerlerinde aynı anda vuku buldu. Farklı kuvvetlerden birlikler, bazı siviller, özel seçilmiş general, subay astsubayların emir-komutasında, birbirleriyle senkronize biçimde icraya girişti.
Darbe girişimindeki askeri eylemler, tipik bir “müşterek kuvvet harekâtı” olarak planlanmış ve icra edilmiş olsa da, içinde sivillerin de yer aldığı “hibrit” yapısıyla dikkat çekiyor. Bu tarz bir harekât, merkezi, detaylı ve dikkatli bir planlamayı gerektirir. En önemli özelliği ise emir komuta birliği, zamanlama ve koordinasyondur. Darbe girişimi, TSK’nın yasal hiyerarşisi içinde icra edilmediğine göre, onun yerini alan, fonksiyonlarını üstlenmiş, başkaca bir emir-komuta yapısının olması icap eder. Bu açıdan, 15 Temmuz darbe girişimi, her darbeci generalin, subayın astsubayın kendi kafasına göre planladığı, sivillerle işbirliği içerisinde icra ettiği bağımsız hareketlerden oluşmuyor.
Darbe, merkezi bir biçimde planlanıp icra edilmesine rağmen, hukuki zorunluluk ve pratik nedenlerden dolayı, yargı olayı parça parça ele aldı. Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun mahkemelerin yetkisine ilişkin hükümlerinin yanı sıra, sanık