Büyük umutlarla başlayan Arap Baharı çok sayıda sorunu miras bırakarak sahneyi terk etmiş görünüyor. Gündem hızla “demokrasi ve özgürlüklerden” güvenlik alanına kaydı. Artık tartışmalar güvenlik ağırlıklı uzun bir listeden oluşuyor. Göç ve sığınmacı sorunlarından terörizme, iç savaşlardan radikalleşmeye, sınır güvenliğinden şehir savaşlarına, kimyasal silahlardan vekâlet savaşlarına kadar. Dahası, küresel ve bölgesel denge arayışlarını, müttefiklik ilişkisinin değişen karakterini de tartışıyoruz.
Arap Baharı sayesinde devletler, devlet dışı aktörler kendi güçlü ve zayıf yönlerini gördüler, ilişkileri test ettiler. Ders alma kültürü, yeteneği ve aklı olanlar yeni duruma uygun adımları hızla atarken, diğerleri bedel ödemek için kaderlerine razı sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlar.
Gelişmelerden en fazla etkilenen ülkelerin başında Türkiye geliyor. Türkiye, Suriye iç savaşı boyunca gücünün sınırlarını gördü. Bir dizi hayal kırıklığı yaşadı. En çarpıcı olan ise ABD ile ilişkiler ve yeni güvenlik ortamına cevap vermekte zorlanan, askeri gücü, istihbarat kapasitesi, anlayışı ve yapılanması oldu.
Geçen hafta, ABD Genelkurmay Başkanı Joseph Dunford ile Özel Kuvvetler Komutanı
ABD hükümeti, Suriye iç savaşının başladığı günlerde ayaklanmanın kısa sürmesi ve rejimin hızla devrilmesi için harekete geçti. “Kitaba göre”, böyle bir durumda yapılması gereken, “örtülü operasyon” mantığıyla hareket etmekti. Kısa sürede CIA devreye girdi ve tıpkı kitaptaki gibi hareket etmeye başladı. Çevre ülkelerdeki dost istihbarat örgüleriyle işbirliği yapıldı. Ardından, silahlı muhalifleri her alanda desteklemeyi esas alan “örtülü operasyon” hayata geçirildi. Gizli, ama her koşulda inkâr edilen operasyonlar serisinden söz ediyoruz.
Sahadaki askeri gruplara çekidüzen vermek, yeni kapasite inşa etmek ve ideolojik kimlik kazandırmak öncelikli amaçtı. Bu çerçevede “dost” muhaliflere oldukça cömert davranıldı. Paralar verildi, silah tedarik edildi. Askeri eğitim sağlandı, propaganda faaliyetleri sürdürüldü. Beş yıldızlı otellerde toplantılar düzenlendi.
İç savaş uzadıkça, sahadaki aktörlerin sayısı arttı, bir süre sonra iç savaşın karakteri değişti. Rusya, İran ve Hizbullah güçlü biçimde Esad’ın yanında yer aldılar. Artık daha kararlıydılar. Bir süre sonra bölünerek çoğalan “Özgür Suriye Ordusu”nun Esad’ı deviremeyeceği anlaşıldı. “Radikallerin yükselişi,” ABD açısından Suriye
Türkiye, iç ve dış gündemin yoğunluğuyla baş etmeye çalışıyor. Güney sınırlarımızda gelecek yılları etkileyecek önemli gelişmeler yaşanıyor. Irak ordusu, ABD ve İran desteğinde DAEŞ’i Musul’dan temizlediğini ilan etti. Şehir, 1 milyon 700 bin nüfusuyla bir harabe halinde “kurtarılabildi”. Şehir muharebeleri kazanıldı, fakat savaşın ne zaman kazanılacağı henüz belli değil.
Kurtarıcılar ile DAEŞ’in elinden “kurtulanlar” arasındaki duygusal bağın zayıflığı, güven yokluğu, bizi bir barışın mı yoksa farklı bir mücadelenin tanığı mı yapacak göreceğiz. Uzmanlar ağırlıklı olarak ikinci görüşü paylaşıyor. DAEŞ’in eylemlerini sürdüreceğini, Musul’da yaşanan sivil dramının, yönetimin mezhepçi yaklaşımının örgüte katılımları besleyebileceğini öngörüyor. Üstelik Irak’ta her geçen gün artan İran nüfuzunun da bunu etkileyeceğini söylüyorlar.
Bölgede kaosun, Irak’ın zayıf olduğu bir anda, Barzani’nin Kürt bağımsızlığı için referanduma gitme hazırlıklarını sürdürmesi göz önünde bulundurulması gereken bir husus. Kararın hayata geçirilmesi bölgedeki gerilimi artırırken, dengeleri de değiştirecektir.
DAEŞ ile savaşın doğal uzantısı Suriye cephesinde de tablo oldukça karışık. Hissesine Fırat’ın batısı
Yaşadığımız hadiseler, FETÖ’nün örgütlenme şekli, çalışma yöntemleri dikkate alındığında “darbe” kararının politik düzeyde, Gülen ve şürekası tarafından alındığına şüphe yok. Tıpkı, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın tutuklanması girişimi, 17/25 Aralık hadisesi, MİT TIR’larının afişe edilmesi, üst düzey yetkililerin toplantı ses kayıtlarının internette sızdırılmasında olduğu gibi. Politik düzeyde kararı alan Gülen, uygulayan ise sektör “imamlarının” kontrol, koordinasyon ve gözetiminde şakirtlerdi.
Benzer modelin 15 Temmuz darbe girişiminde de uygulandığını görmek mümkün. Darbelerin nihai hedefi, siyasi erki zorla ele geçirerek yönetimi yeniden ve yeni aktörlerle belirli bir politik hedef için şekillendirmektir. Bu nedenle darbe kararının alınmasından sonra sürecin iki farklı alanda ilerlemesi gerekir. Bir yanda yönetimi zorla ele geçirecek FETÖ’cü askerlerin icra hareketleri. Bunun için hangi birliklerin, ne amaçla, ne zaman, nerede, nasıl, ne yapacaklar sorularına cevap aranır. Bu, iktidarı ele geçirme işinin planlaması ve icrayı içerir. Darbenin bu yönünü geçen yazıda ele almıştık. İkinci konu, “darbenin” ardından inşa edilecek siyasi mimaridir.
15 Temmuz darbe girişimini
15 Tem-muz’un tarihini yazanlar “görünmez bir gücün/elin” 2014 ve 2015 yıllarında general terfi ve atamalarına müdahil olduğunu kayda geçecektir. Öyle ki, darbeye giden yolda ihtiyaç duyulacak üniformalı “şakirtlerin”, tıpkı satranç tahtasındaki taşlar gibi, ordu sisteminin en kilit noktalarına yerleştirildiklerini göreceklerdir.
Küçük yaşta devşirilen “altın neslin ilk talebeleri”, tesadüf ya da kader, general olabilecek kıdeme ulaşmaları ağırlıklı olarak bu yıllara denk geldi. Bu durum aynı zamanda Gülen ve etrafındakileri cesaretlendirdi.
Mevcut veriler, darbenin ete kemiğe büründürülmesi kararının 1 Kasım genel seçimlerinden sonra verildiğini gösteriyor. Gülen ve kardinallerinin “darbe” kararı vermesinin ardından planlamanın başladığı da açığa çıkmış durumda.
Mukayeseli darbe tarihi çalışanların, 15 Temmuz darbe girişiminin diğer darbelerden ayırabilmesi, örgüt tarihi, organizasyonu, kültürü, ideolojisi, FETÖ’nün askeri “şakirt/talebe” yetiştirme düzeni ve bunun ürünü olan kişiliklerin analiz edilmesi ile mümkün olacaktır.
Üniformalı “şakirtlerin” ruh halini, Prof.Dr. Hakan Yavuz şöyle tarif ediyor. “Cemaatin belirlediği normları, davranış ve düşünce kalıplarını
15 Temmuz darbe girişimi tarihçiler, siyaset bilimciler, hukukçular ve diğer alan çalışanları tarafından farklı açılarda ele alınacak ve yazılacak. Yine de gerçekleri tam olarak öğrenemeyeceğiz. Yıllar boyunca zihinlerde muğlâk noktalar, ilginç sorular olacak. Komplo teorileri, efsaneler üretilecek. Her şeye rağmen bugün olup bitenleri “kısmen de” olsa anlayabilmenin yolu, sadece “icra” aşamasında yaşananları değil, öncesi ve sonrası ile gelişmeleri bir bütün olarak ele almaktan geçiyor.
Kanlı darbe girişiminden bir yıl sonra mevcut verilere, mahkemelere sunulan iddianamelere, ifadelere bakınca darbe girişiminin seyrini genel hatları ile daha iyi görebiliyoruz. FETÖ’nün diğer kurumlar gibi, TSK’ya yerleşme gayretleri bir yana bırakılır sadece darbeye giden yolda yaşananlara odaklanırsak bu hareketin dört safhaya ayrıldığını görebiliriz. İlk aşama, darbe kararının “politik düzeyde” alınmasıdır. İkinci aşama planlamanın yapılması ve onaylanması. Üçüncü aşama, icracılara görevlerinin tebliği ve icrası. Son aşama, yeni hükümetin kurulması ve düzenin sağlanmasıdır. İktidarı ele geçirmeye yönelik bir darbe hareketinin en azından bu dört aşamayı içermesi gerekir.
FETÖ’nün, kırk yıllık
Son haftalarda PKK’nın eylemlerinde gözle görülür bir artış var. Dahası, örgüt sivilleri hedef alarak eylemlerinin niteliğini de değiştirmiş görünüyor. Değişikliğe yol açan siyasi, teknik, iklimsel ve coğrafi nedenlere odaklanmak önümüzdeki aylarda sorunun alabileceği şekle dair önemli ipuçları verebilir.
Hükümet, PKK ile mücadeleyi öncelikli işlerinin arasında gördüğünü her vesile ile dile getiriyor. Kolluk ve askeri güç kullanımında tereddüt etmiyor. Bu hamle PKK üzerinde ciddi bir baskı oluştururken, örgütü de hedef ve “taktik” değişikliğine zorluyor. Ancak polis, jandarma ve askerin “faydalı”, uygun ölçek ve “gerekli” sıklıkta operasyon yapmak yerine, sürekli ve iyi planlanmamış biçimde istim üstünde tutulması öngörülen “faydayı” sağlamadığı gibi PKK’ya yeni fırsatlar sunabilir. Nitekim bu öngörünün doğruluğunu yazın sonuna doğru “metal yorgunluğu” biçiminde test edebileceğiz.
PKK’nın eylemlerinde artışı tetikleyen önemli faktörlerden bir diğeri de mevsimsel döngü. Fiziki yaşam koşullarının, lojistiğin diğer mevsimlere göre daha kolay, insan hareketlerinin fazla olduğu yaz mevsiminde PKK’nın eylemlerinin artması beklenen bir durumdur.
PKK ile mücadelenin gidişatını
Suriye, Türkiye gündeminde yerini koruyor. Hadiselerin seyri bu tablonun daha uzun süre değişmeyeceğini gösteriyor. Hafta içinde NATO Savunma Bakanları Toplantısı’nda ABD Savunma Bakanı James Mattis ile Türk mevkidaşı Fikri Işık bir araya gelerek yine Suriye’yi konuştular. Aynı gün, ABD’nin DAEŞ karşıtı Uluslararası Koalisyon Özel Temsilcisi Brett McGurk da Suriye’de PKK/PYD’yi ziyaret etti. McGurk, Türkiye’ye diplomatik bir dille “İşimizi zorlaştırma” derken, Mattis farklı bir yol izledi.
Basına göre, Mattis ile görüşülen konuların listesi bir hayli uzun olmakla birlikte en dikkat çekici olan Rakka’da yürütülen operasyona dair olandı. Türk kaynaklara göre, Mattis, Amerika’nın PKK/PYD ile “işbirliğinin tercihten değil, mecburiyetten kaynaklandığını, durumun geçici olduğunu” ifade etti.
Türkiye’yi teselli etmek amacıyla yapıldığı anlaşılan açıklamada öne çıkan iki ifade üzerinde durmaya değer. “Mecburiyet” ve “geçici” ilişki. ABD gibi küresel bir gücün karakteri, rolü ve sıfatı tartışmalı PKK/PYD ile iş tutmasının nasıl bir “mecburiyetten” kaynaklandığının Türk yetkililere izah edilmiş olduğunu umuyoruz. Muhtemelen hikâye, Başkan Obama’nın belirlediği, ABD askerlerinin kara