Geçen hafta medyaya yansıyan bir resim oldukça ilginç, düşündürücü ve öğreticiydi. Siyah gözlüklü Amerikalı bir subay, Türkiye tarafından terörist faaliyetleri nedeniyle aranan bir PKK’lı ile birlikte hava bombardımanı sonrası zarar görmüş yerleri denetliyordu. Subayın yanındaki kamuflajlı militan ise ABD’nin terör örgütü listesinde yer alan PKK’nın mensubuydu. Takip eden saatlerde ABD ordu sözcüsü, kameralar karşısına geçti ve “Suriye’deki ortaklarının” saldırıya uğramasından duydukları rahatsızlığı “diğer ortaklarına” duyurdu. Ardından ABD ordusu, Suriye’deki ortaklarıyla zırhlı araçlar eşliğinde Türkiye sınırı boyunca tur atmayı sürdürdü.
Fotoğrafı ve olup bitenleri anlamlandırmak için çabalarken, ortaya çıkan soruların ve sorunların çokluğu oldukça şaşırtıcıydı. Uluslararası İlişkiler Disiplini böylesine karmaşık bir tabloya nasıl bir “teorik” açıklama getirir diye bilgisine güvendiğim akademisyenlere sordum. Pek tatmin edici cevap alabildiğimi söyleyemem. Mealen şunun söylediler: “Bu yeni bir durum, ittifak ilişkilerini açıklayan teorilerle bunu açıklayamıyoruz, çalışıyoruz”.
Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov da benzer kanaatte. Lavrov, Esquire dergisine verdiği röportajda
Suriye ve Irak’ta PKK hedeflerine yapılan eş zamanlı hava harekâtının çeşitli yansımalarının olacağı ve uzun süre tartışılacağı açık. Harekâtın üç açıdan çarpıcı etkisi olacaktır. Türkiye harekâtla Suriye ve Irak’ı PKK sorununda birlikte ele aldığını ilan etti. İkincisi, mevcut iç ve dış politik gelişmelere rağmen hava harekâtına girişerek, tehdidi ciddiye aldığını gösterdi. Son olarak harekâtla birlikte müttefiklerin, “müttefikliğini” test etme imkânı buldu.
Hava harekâtı, dünyanın en karmaşık çatışma alanlarından birinde yapıldı. Öyle ki askeri ara hatlarını, aktörlerin kimliklerini, önceliklerini, çıkar ilişkilerini geleneksel bakış açısıyla anlamaya çalışmak, açıklamak mümkün değil. Karmaşıklığı daha da derinleştiren ise iç savaşta, yerel, bölgesel ve küresel aktörlerin el ele, karşı kaşıya olması.
Operasyon Türkiye’nin Suriye’de önceliklerinin değişmeye başladığını, PKK/PYD konusunun “beka sorunu” olarak görüldüğünü gösterdi. Nitekim bu gün itibarıyla sorunun yeni bir aşamaya geldiği açık. Başta ABD olmak üzere, PKK/PYD’ye destek veren ülke ve gruplara mevcut tablonun Türkiye’nin “tahammül” sınırlarını zorlamaya başladığını, bedel ödeme konusunda risk alabileceğini
Kuzey Kore’nin nükleer bombaya sahip olduğu 2006’dan beri ABD’nin Uzakdoğu’da ciddi bir meşguliyeti var. Bu küçük diktatörlük ABD’nin iki yakın müttefikini doğrudan tehdit ediyor. Yarımadanın güneyinde yer alan Güney Kore ve Japonya. 2’nci Dünya Savaşı’nda nükleer bombalara hedef olmasının ardından derin travmalar yaşayan Japonya’dan söz ediyoruz. Refah ve eğitimi seviyesi yüksek her iki ülkenin kamuoyu işin ciddiyetini, “nükleer bombalara” hedef olmanın anlamını iyi biliyor.
Kuzey Kore, elini daha da güçlendirmek için sahip olduğu nükleer bombaları ABD topraklarına gönderebilecek uzun menzilli roket teknolojisi üzerinde çalışıyor. Mevcut bilgiler, orta menzilli füze teknolojisine sahip olduğunu gösteriyor. Bu durum ABD’yi her geçen gün endişelendiriyor.
Sorunu daha karmaşık hale getiren bir diğer unsur ise, nükleer bombaları ateşleme düğmesinin kimin elinde olduğu, hangi karar alma sürecine tabi olduğu. Başka bir ifadeyle, nükleer silahları korkutucu kılan sadece varlığı değil, kontrolünün kimin/kimlerin elinde olduğu. Kuzey Kore’nin diktatörlük düzeni göz önüne alınınca neden ABD ve müttefiklerinin kaygılandığı daha iyi anlaşılıyor.
Kriz tırmandığında ABD, üç farklı tepki vermeye
Türkiye, Avrupa Birliği ilişkilerinin iniş çıkışlarla dolu, karmaşık bir geçmişi var. Anayasa değişikliği referandumu sonrası ilişkiler yine gerilimli bir döneme girdi. Bir defa daha, “kontrollü gerilim” sürecinden geçiyoruz. Çünkü iç içe girmiş ilişkiler, çıkarlar iki tarafın da birbirinden tamamen vazgeçmesine izin vermiyor.
Dönemsel gerilimi üç nedene bağlayabiliriz. Birincisi, Avrupa’da artan İslam karşıtlığı, yabancı düşmanlığı ve buna bağlı yükselen milliyetçilik. Çok sayıda üye ülkenin seçim sürecine girdiği bir döneme söz konusu bu fikirler iç politikada işe yarıyor.
İkincisi, Rusya’ya sesini çıkartamayan, İngiltere’nin ayrılmasıyla bütünlüğünü ve kimliğini koruma derdine düşen AB için, kolay hedeflerden biri Türkiye gibi görünüyor. AB kendi kimlik ve birliğini pekiştirmek için Türkiye’yi “ötekileştirmekle” kalmayıp kriminalize edecek hamleler yapıyor. Bu nedenle de gerilimi artırıp, eleştirileri yoğunlaştırıyor. Son olarak Erdoğan’ın AB’yi yeterince ciddiye almaması ve bağımsız hareket etmesinden söz edebiliriz.
AB Türkiye’nin tutumunu hazzetmemesine, sert eleştiriler yöneltmesine rağmen bağları tamamen kopartmak da istemiyor. Çünkü bir ikilemle karşı karşıya.
Türkiye her zaman “zor” bir ülke oldu. Tarih buna tanık. Büyük bir imparatorluğun bakiyesi olunca, siz yok saysanız da, ilgi duymasanız da, mirası reddetme imkânınız yok. Bir de jeopolitik konumunuz önemli ise sorumluluklarınız sorunlarınız daha da artıyor.
Bu gün Türkiye içeride ve dışarıda bir dizi sorunla karşı karşıya bulunuyor. Küresel sistemde belirsizliklerin derinleştirdiği çatışmalar, sorunların sınır aşan karakteri, hem tarihi hem de jeopolitik mirasla birleşerek bir dizi zorluk yaratıyor. Böylesine kaotik bir ortamda sistem giderek artan ekonomik, sosyal, siyasal, güvenlik taleplerine yeterli cevap vermek için daha fazla çaba sarf etmek zorunda olduğunu biliyor.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan’ın ifadesiyle, “iki yüzyıllık yönetim sistemini kökten değiştirme kararını” pazar günü halkoyuna sunduk. Referandum sonuçları farklı mahfillerde, farklı biçimlerde okunmaya başladı. Her ne olursa olsun katılımın yüksekliği, %86 oranında, bir yandan demokrasiyi, bir yandan taleplerin tartışılma düzeyini, bir yandan da sistem değişikliği konusunda halkın ilgisini göstermesi bakımından önemliydi.
Referandum sonrası hükümetin önünde çözüm bekleyen beş stratejik konu duruyor. Birincisi,
Bu hafta dünya gündemini iki sıcak konu belirledi. İlki, Kuzey Kore ile ABD arasında patlak veren askeri gerilim. Kuzey Kore’nin nükleer kapasitesi önemli bir sorun. Nasıl davranacağı kestirilemeyen Kuzey Kore lideri ve komşuları Japonya ve Güney Kore’nin hedef olma korkusu sorunu içinden çıkılmaz hale getiriyor. Uzak bir ihtimal olsa da zaman zaman Kuzey Kore ile “savaş” ihtimalinden söz ediliyor.
Gündemi işgal eden diğer konu Suriye idi. Artan diplomasi trafiği, liderlerin açıklamaları, kamuoyu oluşturma girişimleri bütün hafta boyunca devam etti.
ABD Başkanı Trump, NATO Genel Sekreteri’nin ziyareti esnasında Suriye ile ilgili beklentisini açıkladı. Suriye’de altı yıldır devam eden iç savaş için de “Artık bitirmenin, teröristleri yenmenin ve mültecilerin evlerine dönmesini sağlamanın zamanı geldi” diye konuştu. Ardından Rusya krizi ve gelişmelerden etkilenmiş olmalı ki daha önce savunduğu “NATO miadını doldurdu” görüşünü değiştirdiğini ifade ederek “NATO’yu güçlendirmek için çalışacağım” dedi. “Uzun zaman önce şikâyetçiydim ama bazı şeyleri değiştirdiler. Artık terörizmle savaşıyorlar” diye ekledi.
Suriye konusu ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın da öncelikli gündemiydi.
İdlib’de düzenlenen zehirli gaz saldırısının ardından diplomatik ve askeri alanda dikkat çekici gelişmeler yaşanıyor. ABD, Esad’ın saldırılarda kullandığı hava üssünü füzelerle vurdu. Her ne kadar saldırı medyada büyük yankı uyandırsa da operasyonun “danışıklı dövüş” olduğu yönünde ciddi kuşkular var. Nitekim hasar gören uçakların model ve niteliği ile kayıpların azlığı bu haberleri doğrular nitelikte. Hasar tablosu aynı zamanda füzelerin askeri tablo üzerinde ciddi bir etkisinin olmayacağını, asıl değişimin siyasi kararlar ve yeni askeri hamlelerle mümkün olabileceğini gösteriyor.
Trump, füzelerle askeri sonuç almaktan öte, psikolojik harekâtı başlatmış oldu. Aynı zamanda da kendisini ileride dikkate almak zorunda olduğu bir yükümlülük altına soktu. Bu manada harekâttan dört cephede sonuç almaya odaklandığı da açık. İlk olarak, Esad’a esas “patron”un kim olduğunu hatırlatmak istedi. İkinci olarak, ABD iç politikasında yoğunlaşan tartışmalarda gündemi değiştirmeyi hedefledi. Üçüncü olarak, İran’a gerektiğinde “kuvvet kullanmaktan” çekinmeyeceğini gösterdi. Son olarak, Suriye’de yürüteceği bir harekâtta “müttefiklerin” kimler olduğunu gördü. Rusya’ya gelince, tablo biraz daha
İdlib’de yaşanan insanlık dramı, savaşın acımasızlığını bir defa daha gözler önüne serdi. Korumasız, masum bebeklerin ölümüne tanıklık ediyoruz. Dikkatler yeniden Suriye iç savaşına çevrildi. Dünya medyası, siyasiler, diplomatlar konuşuyor, tartışıyor. Ancak ABD, AB ve Rusya’nın duruşlarına bakınca, maalesef bunun “son dram” olduğunu söylemekten hâlâ çok uzağız.
Aslında istatistikler, çocukların öldüğü benzer hadiselerin iç savaşın başladığı tarihten bu yana binlerce kez tekrarlandığını söylüyor. Bebekler, çocuklar sadece Suriye’de değil, Akdeniz’in, Eğe’nin soğuk sularında da hayatlarını kaybediyorlar. Tıpkı, Yemen’de, Irak’ta, Somali’de olduğu gibi.
İdlib’de yaşananların savaşta hayatını kaybetmekten daha derin anlamı var. Tüm aktörlerin, insanların ahlaki duruşlarını, vicdani duyarlılıklarını ölçüyor. Yine de hiçbir aktör, hiç kimse çıkarlarının çizdiği çerçevenin dışına çıkamıyor. Başta Esad rejimini destekleyen Rusya olmak üzere bazı gruplar saldırının sorumluluğunu Esad karşıtı silahlı gruplara yıkarken, ABD, AB ve Türkiye ölümlerden Esad rejimini sorumlu tutuyor.
Her iki kanat da kendi görüşünü haklı çıkaracak, vicdanlarını rahatlatacak, kamuoyundan destek alacak