Anladığı halde anlamamış gibi davranan hiçbir şeyi dert etmeyen, hiçbir şeye aldırmayan, duygusuz, anlayışsız insanlara kısaca “vurdumduymaz”denir. Zihnin çalışma mekanizması hakkında bilgi sahibi olana kadar bu tarz insanları anlamakta zorlanırdım. Tabii hayat da boş durmadı. Karşıma bir sürü vurdum duymaz insan çıkarttı. Onlar sayesinde vurdumduymaz olmanın anlamını, vurdumduymazlığın diğer insanlar üzerindeki etkilerinin nasıl olduğunu keşfettim. Meğerse bütün hikâye içimdeki vurdumduymazı fark etmekten ibaretmiş.
Zihniniz kendinizle ilgili gerçekleri ortaya çıkartmak istediğinde başkalarını kullanır. Bunu yaparken de kendinizde var olanı önce diğerlerinde gösterir. Diğerlerini bol bol kırıtize edersiniz. Bir müddet sonra işin suyu çıkar. Zihnin, algıda seçicilik fonksiyonu sayesinde etraftaki tüm vurdumduymazlıklar görünür hale gelir. Zihniniz, sürekli vurdumduymazları yargılamakla meşgul olur. Bu durumla başa çıkamadığınızda ise biraz rahatlamak adına vurdumduymazlığın normal bir durum olduğuna karar verirsiniz. Diğerlerinin vurdumduymazlığı ile ilgilenmemeye, hatta onlara şefkat göstermeye başladığınızda, zihin artık hazır olduğunuza kanaat getirir. Ve size gerçeği
Birçok insan spiritüel tekniklerin sunduğu fırsatlardan faydalanmak için kişisel gelişim seminerlerine katılıyor. Seminerler çok keyifli geçiyor. Eve dönüşte mumlar yakılıyor, seminerde alınan notlar dikkatlice okunup uygulamalara başlanıyor. Bir süre işler yolunda gidiyor. Bir süre sonra “Bugünlük ara vereyim, hafta sonu daha rahat yaparım” anları başlıyor. Günler günleri kovalıyor, söz verilen o hafta sonu bir türlü gelmiyor. Bu durum, sadece semineri organize eden insanların işine yarıyor. Çünkü bu sayede bir sonraki seminerin katılımcıları belirlenmiş oluyor. Bence böyle bir sonuca hiç gerek yok.
Öğrendiklerinizi uygulamak ve sonrasında içselleştirmenin başka bir deyişle hayatınıza yansıtmanın yolu aslında çok basit. Öncelikle güçlü bir motivasyona ihtiyacınız var. Motivasyonun bir şeylerin gerçekleştirilmesinde yüzde yüz payı var, yetenek, yetkinlik vb. gibi şeyler ise yan ürün. Motivasyon, pratik yapmanız için sizi zorlayacak, pratik yaparken öğrendiklerinizi içselleştirdiğinizde ise “Şam’da kayısı” hali oluşacaktır. Öğrendiklerinizi içselleştirmeyi şu şekilde yapabilirsiniz;
Kendinizle ilgili hayata geçirmek istediğiniz önemli bir konu var. Diyelim ki bu konu “Kendini
Sosyal medyanın, hayatımız içindeki yeri büyük. Bundan on yıl önce ağustos ayında yurt dışında yaşayan yeğenimi takip etmek amacıyla sosyal medyaya katıldım. Sürekli bağlantıda olmak, telefonla konuşmaktan daha keyifliydi. Sosyal medya sayesinde uzun zamandır görüşemediğim arkadaşlarımla irtibata geçebildim. Böylece onları arayamamamın verdiği vicdan azabından kurtulmuş oldum. Daha önemlisi, garip yerleri gezip görmeye gittiğimde, annemin nerede olduğum, neler yaptığımla ilgili anında haberi oluyordu. Hatta İstanbul’da olduğum zamanlara göre daha fazla bilgisi olduğunu söyleyebilirim. Bundan dolayı o çok mutlu, ben ondan daha mutluyum. Benim gibi birçok kişi sosyal medyanın nimetlerinden faydalanıyor. Hatta bazılarımız, sosyal medya bağımlısı...
Sosyal medya bağımlısı olmak çok kolay. Çünkü sosyal medyada her şey kontrol altında. İsteyen istediğini yazabiliyor, dilediği kitlelere ulaşabiliyor, merak ettiği insanların hayatlarını izleyebiliyor, istediği sloganı paylaşabiliyor, istediği kişiyle arkadaşlık yapıp tek bir tuşla arkadaşlığına son verebiliyor. Kısaca oradayken sanki güç bizde. Zaten bağımlılığa sebep olan da bu sanki güç bizde hali. Sosyal medyada kala kala, yavaş
Alma verme dengesi, tutturulması gereken bir hesap gibi düşünülmemelidir. Mesela, birilerine bir şey verdiğinizde karşılığı her zaman aynı yerden gelmeyebilir. Ya da verme şekli maddesel olduğu halde alma şekli farklı tarzda olabilir. Bu yazımda alma ve verme dengesinin çalışma şekline farklı bakış açıları ile bakmaya davet etmek istiyorum. Alma ve verme dengesiyle bağlantılı üç farklı konudan bahsedeceğim
Bunlardan ilki olan zihnin ne durumda olduğu, alma, verme dengesi için çok önemlidir. Mesela dar görüşlü olduğunuz sürece alma verme dengesinin çalışma şeklini anlamakta zorlanabilirsiniz. Bir insanın dar görüşlü olup olmadığı, yaşamında var olan öfke, nefret, kıskançlık, takıntılar, hırs ve gururun kapladığı alanla direk ilgilidir. Nefret ettiğiniz kişi ya da kişiler varsa, dünyayı sadece onların etrafında dönüyormuş gibi algılarsınız. Bu şekilde var olan diğer fırsat ve olasılıklar görülmez hale gelir. Kıyamet gününün yaklaştığını bile düşünülebilirsiniz. Kıyamet günü psikolojinin, alma verme dengesine ait görüşünüzü nasıl etkileyeceğini sizin hayal gücünüze bırakıyorum. İlla alma, verme dengesinin anlamını keşfetmek istiyorum diyorsanız ilk yapılacak şey dar
Bir önceki yazımda doğru ya da yanlışı bulmak yerine marifetli olmanın öneminden bahsetmiştim. Bence illa marifetli olmak istiyorsak, dostça davranmak konusuyla başlamalıyız. İşte bu sebeple, bu yazımda dostça davranma konusundaki performansını arttıracak aydınlatıcı rehberli bir meditasyonu paylaşmak istiyorum. (Bu meditasyonu Subhadramati’nin etik davranmakla ilgili kitabından aldım)
Bu meditasyon, “Ne yapsam olmadı, gereğinden fazla dostçaydım” şeklinde düşünürken aynı zamanda “Acaba?” diyenlere özel bir meditasyon. Yaz boyunca bu meditasyona her gün kumsalda güneşlenirken ya da serviste işe giderken 6-7 dakika bilemediniz maximum 10 dakika zaman ayırmanız yeterli. Yanınızdakiler sizin uyuduğunuzu zannederler! Böylece ne yaptığınızı anlatmak zorunda kalmazsınız!
Bu çalışmayı uzun soluklu yapmaya niyetliyseniz yanınıza not defteri almanız iyi olur. Şimdi gözlerinizi kapayın ve yakın zamanda “doğru” olduğuna inandığınız fakat karşınızdaki kişi tarafından dostça algılanmayan bir hareketinizi hatırlayın. O anı sanki tekrar yaşıyormuş gibi imgeleyin. Tam olarak o anın içinde olduğunuza inandığınızda, bedeninize konsantre olun. Şimdi bakın bakalım bedeninizde fiziksel
Her şeyin bir okulu var. Fakat nasıl yaşanacağını öğreten bir okul yok. Hayatı, daha çok ailelerimizden öğreniyoruz. Onlar da eğitim almadan, yaşamı tam öğrenmeden çocuk sahibi olduklarından işimiz Allah’a kalmış durumda.
Yaşamı öğrenelim dediğimizde başvurduğumuz kaynaklar genellikle dini felsefeler oluyor. Dini felsefeler, üstü örtülmüş hikayeler ve enteresan metaforlarla, yaşamı öğretiyorlar. Örneğin tek bir cümleden bir kitap çıkartılabiliyor. Paylaşılan bilgilerin hepsi şifreli. İyi bir karmaya sahipseniz bu bilgilere ulaşabiliyorsunuz. Ulaştığınızda ise bu bilgileri hayatınıza yansıtmadıkça etkilerini deneyimleyemiyorsunuz. Daha çok “illa dene, keşfet, kulaktan dolma olmaz” sloganı ile yaşam keşfediliyor.
Birkaç gün önce doğum günümdü. Dünyaya gelişiminden bu yana epey zaman geçmesine rağmen, yaşam sanatını icra etme konusunda bir arpa boyu yol alabildim. Zamanımın çoğunu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu araştırmakla geçirdim. Ne yazık ki, şimdiye kadar bu konuda net bir bilgiye sahip olamadım. Burada bir şeyler çizittirsem de, yazdıklarımın hepsini harfiyen uygulayamadığım zamanlar olabiliyor. Örneğin, kuyrukta beklerken birileri kaynak olsa tüm yazdıklarımı
Dalai Lama, insanları yaratılmasıyla ilgili gerçekleri şöyle dile getirmiş. İnsanlar sevilmek, diğerleri ise kullanılmak için yaratıldılar. Dünyadaki kaosun sebebi, diğerlerinin sevilmesi ve insanların kullanıyor olmasıdır.
Eminim, aranızdan bu sözlere “Hadi canım çok saçma” diyen çıkmayacaktır. Bu sözler ne kadar doğru olsa da olsun bir türlü hayatımızda ifade bulmazlar, hatta tam aksi gerçekleşir.
"İnsanlar kullanılır, diğerleri sevilir."
Yıllarca, sahibi olduğumuz araba, elbise, ev, mutfak, banyo her ne varsa onları çok sevdik, onları korumak için elimizden geleni yaptık. Hatta yaşadığımız bu dünyada, diğerleri ile ilgili ayrı bir ekonomi oluşturulmuş durumda. Örneğin, eşyalar sigortalanıyor, özel korumalar tutuluyor, alarm sistemleri kiralanıyor, kasalar, özel siteler yaptırılıyor. Bir sürü insan bu ekonomiden ekmek parasını kazanıyor. Görünüşte diğerlerinin sevilmesi herkesin faydasına çalışıyor gibi.
Dalai Lama’nın bu sözlerini hayatınıza almaya karar verdiğinizde, özetle şunlar olur; ilk başta çevrenizdekiler saçma sapan şeylerle uğraştığınızı söylerler, hatta gülerler size. Bu ekonomiyi oluşturanlar, böyle bir seçimin uzun ömürlü olmaması için elinden geleni
Bebekken, aile büyüklerimizin, “Ayşe’ye bak, ne kadar çabuk yürüdü, sen ne zaman yürümeyi düşünüyorsun. Bu gidişle bebek olarak kalacaksın” sözleriyle rekabet içinde buluruz kendimizi. Hatta aynı rekabet, ebeveynlere de sirayet eder. Örneğin, evin annesi, eşine “ben 9 aylıkken yürümüşüm, bu çocuk yürümediğine göre sana çekmiş olmalı?” der ve tartışma başlar. Böylelikle yetişkinlikte, ortaya çıkacak olan travmanın tohumları atılmış olur.
Rekabetin etkisi, okul döneminde de devam eder. Bu sefer ebeveynler, “Çok çalışman gerekiyor, yoksa abin gibi doktor olamayacaksın” ya da “başarılı olamazsan kapıcı Ahmet Efendi gibi her gün apartmanın çöplerini toplarsın”, “Serpil hanım gibi ev işleriyle ömrünü tüketmek istemiyorsan derslerine çok çalışmalısın” şeklindeki tavsiyeleriyle hayatımıza renk katarlar. Arkadaşlarımızla sürekli yarış halindeyken enteresan bir şey olur. Bazen onların yok olmasını isteriz. Hatta onları düşman olarak gördüğümüz anlar olur. Okul hayatı süresince etrafımızda bizden daha başarılı çocuklar olduysa, okul hayatı özgüvenden yoksun bir şekilde sona erer.
İş hayatına başladığımızda ise kendimizi kıran kırana bir savaş içinde buluruz. Çünkü, şirket sahipleri