Başkalarına karşı nazik ve düşünceli olmak. Herkesin bu konu üzerine kendince bir şeyler yaptığına eminim. Nazik olmak, deyince aklınıza neler gelir?
Nazik olmak, arkadaşça dostça davranmak anlamına gelir. Şimdi, geçmişe bir bakın, haftalar, günler hatta aylar önce nazik olduğunuz bir anı bulun. Bu anlar az sayıda ise, dostça, arkadaşça davranma sayınızın neden az olduğuna bakın. Sizce nazik olmanın neresi zor olabilir?
Karşıdan karşıya geçerken yaşlı bir kadına yardımcı oldunuz mu?
Ya da yanınızda duran arkadaşınızla en son ne zaman sohbet ettiniz?
Yoksa yanınızda oturan arkadaşınızla sohbet edemeyecek kadar yoğun musunuz?
Nazik olmakla ilgili başka bir soru da şöyle olabilir. Kendinize rahatlama ve geri çekilme fırsatı verseydiniz ne olurdu? Dostça davranılmaya olan ihtiyacınızla ilgili neler söyleyebilirsiniz.?
Bazen kendimizi o kadar çok zorluyoruz ki, uzun bir süre rahatlamak mümkün olmuyor. Öyle değil mi?
Kendinize dürüst davranın ve yukarıdaki soruların yanıtını boş zamanınızda bulun. Eminim, çok iyi bildiğiniz halde zamanla unuttuğunuz birçok şey aklınıza gelecektir. Nazik ve düşünceli olma işine biraz daha odaklanmanıza yardımcı olacak hatta size ilha
Geçmişte, kişisel gelişimden haberim olmadığı, çıkmazda olduğumu düşündüğüm günlerin birinde, kendimi psikiyatrisin karşında bulmuştum. Sıkıntılarımı psikiyatristle paylaştığımda, şunları söylemişti.
-Size ilaç veremem. Sizin istediğiniz, karakter değişikliği. Bu çok zordur.
O gün, psikiyatrisin ne demek istediğini anlamamış, “Zayıfsın. Karakter değişikliğini yapamazsınız “şeklinde düşündüğünü varsayarak, içimden “beni hiç tanımıyorsun, dostum” demiştim. Tuttuğunu koparan bir insan olarak bu konunun da üstesinden geleceğimden emindim. Hedefime öyle odaklanmıştım ki doktorun söylediklerini dinlemiyordum bile. Doktorun, ikna gücü ve bilir kişi görüşünün ben de işlemeyeceğini anlaması fazla zaman almadı ve sonunda seanslara başladık…
İlerleyen yıllarda! o gün, doktorun söylediklerini yanlış anladığımı fark ettim. Evet, karakter değişikliği işi, gerçekten zor bir işti. Ne yazık ki sorun karakterimle ilgili değildi. Sorun, sahip olduğum özellikleri kullanma şeklimden kaynaklanıyordu. O gün psikiyatriste giden Sibel, seçimleri ile ilgili bir şeyler yapmak yerine, karakterini düzelterek işin içinden kurtulabileceğini düşünmüştü. Çünkü suçlayacak bir şeyler arıyordu. Ve o
Çoğumuzun isteyip de başaramadığı şey. “Her şeye rağmen sevebilmek? Kadim öğretiler, herkesi sev, dost, düşman ayrımı yapmadan kalbini herkese aç, anlayış göster, hoşgörülü ol, herkesi olduğu gibi kabul et deseler de bu deyişleri, günlük yaşantımızda uygulamak hiç de kolay değil. Ben, “Her şeye rağmen sevebilmek“ işine tersten başlamışım. Çevremdekilerin, beni, her şeye rağmen sevebilmeleri için elimden geleni yapmışım. Söylemediklerimi söyledi, düşünmediklerimi düşündü, yapmadıklarımı yaptı” demişler, ben ise “her şeyi rağmen seni sevmeye devam edeceğim, önemli olan dostluk ve sevgi” diyerek yapılanların üzerine kocaman bir sünger çekmişim. Özetle huzur bulacağım derken huzurumu kaybetmişim.
Artık “Her şeye rağmen sevebilmek” adına, yapılanları sineye çekip üzerlerini örtmek yerine her kim ne yaptıysa onu/ları, oracıkta bırakmanın en doğru hareket olacağına inanıyorum. Her ne olduysa, öfkelenmeden, üzerinde kafa patlatmayı bırakarak, normal yaşantımıza devam edelim diyorum. Çünkü sürekli olarak tek bir olaya kafa patlatarak, bir sonrakinde nasıl davranacağımızı planlayarak, yaşantımızda olmaması gerekenlere enerji veriyoruz ve de hiç de arzu etmediğimiz sonuçlar oluşuyor.
Televizyon seyretmeye neden bu kadar zaman ayırıyoruz? Bilgisayar oyunları, neden ilgimizi çekiyor? Neden sürekli olarak kendimizi oyalama çabası içindeyiz?
Canımızı sıkan insanlardan ya da olaylardan uzaklaşmak için yukarıda bahsi geçen aktivitelere yöneliriz. Sürekli neyi yapıp yapmayacağımıza, kimi neden sevip ya da sevmeyeceğimize kafa patlatırız. Bu durum kısıtlanmış hissi verir. Kısıtlandığımızı hissettiğimizde ise tek bir şey olur; o da hayattan keyif almamaya başlarız. Doyumsuz, tatmin olamamış bir hayat sürdürürüz. Bunun sebebi ise bir önceki yazımda belirttiğim gibi dayanağı olmayan düşüncelerdir. Düşüncelerin, bu durumu nasıl yaratabildiğini bir örnekle açıklamak istiyorum.
Şimdi, önünüzde fırından yeni pişmiş sıcacık bir suflenin olduğunu hayal edin. Sufleden yayılan çikolatalı kek kokusu burnunuza gelsin. Şimdi ise sufle tabağının yanında duran kaşığı aldığınızı ve suflenin içine batırdığınızı hayal edin. Kaşığı batırır batırmaz, volkan lavları gibi çikolatanın suflenin içinden aktığını hayal edin. Şimdi krema ve pudra şekerini sufleye ilave ederek karıştırdığınızı hayal edin. Şimdi ise suflenin tadına bakın. Suflenin ağzınızın içine aktığını, oradan da
Hayat, bazen katlanılmayacak hale gelir, öyle ki yaşadığımız hayattan sıkılırız. Bilim “Her an her şey değişir, her şey geçicidir” dese de bu gerçeği unuturuz. Her şey aynı gibi gelir. Değişimin fark edilememesinin tek bir sebebi vardır.
O da; Zihinden geçen düşünceler. Aslında geçmişte yaşamış bilge kişiler, bu durumu fark etmiş ve düşünceler ile onların yarattığı bakış açısı aynı kaldığı sürece değişimin mümkün olamayacağını söylemişlerdir. Fiziksel dünyada var olan her şey önce zihinde var olur. Bu yüzden de zihin yapımızı, düşüncelerimizi değiştirmeden değişim söz konusu olmayacaktır. Örneğin; “Anlayışlı ve hoşgörülü olmak istiyorum” şeklinde bir arzunuz olsun. Bu arzunuz düşüncelerde kaldığı sürece gerçekleşmeyecektir. Ancak, anlayışlı ve hoşgörülü olmanın yaşantınıza neler getireceğini hayal edip sonrasında bu hayalleri hayata geçirdiğinizde anlayışlı ve hoş görüşü bir insan haline gelebileceksiniz. Düşünceler deneyimlere yansımayınca değişim de olmayacaktır
Aynı şekilde “böyle şeyler hep beni buluyor” şeklinde düşündüğünüz sürece yani bakış açınızı değiştirmediğiniz sürece “Böyle şeyler” sizi bulmaya devam edecektir. “Ben bildiğim, gördüğümden şaşmam” sloganına
Soluduğumuz havada ne var? Bu soruya da yanıt verdikten sonra bir süreliğine nefesle ilgili yazılarıma ara veriyorum. Yeni tartışma konusu ya da sorularınız olursa tekrar nefes konusuna dönebiliriz.
**** “ Soluduğumuz hava içinde birçok gaz vardır. Oksijen en popüler olanıdır. Çünkü oksijen enerjimizi yükseltendir. Peki onca gaz içinden oksijenin ne kadarını almalıyız? Bu soru çok önemlidir. Hava; %21 oranında oksijen, %78 oranında azot, %0.93 oranında argon, %0.03 oranında karbon dioksit ve içlerinde değişken miktarlardaki su buharının (nem) da yer aldığı diğer az miktardaki gazlardan oluşur(1). Burada bizi ilgilendirenler; oksijen, azot, karbon dioksit ve sudur.
Guyton ve Hall’un Medikal Fizyoloji Ders Kitabının 9. baskısında belirtildiği gibi, havadaki gazlar akciğerin dışında, içinde olduklarından farklı yoğunluklara sahiptir. Akciğerin içinde ise, hava bu organın en uç noktaları olan alveol’lere giderken nemlendirilir ve buradaki su buharı diğer gazları seyreltir. Gaz yoğunluklarındaki değişiklikler aynı zamanda, alveol’lerin içindeki havanın sadece bir bölümünün her nefeste yenisiyle değiştirildiği bilgisiyle açıklanabilir. Oksijen sabit bir şekilde alveol’lerdeki
Bugünkü yazımda doğru nefesle ilgili iki farklı soruyu yanıtlayacağım. İlk soru, insan bedeninin doğası hakkında fazla bilgi sahibi olanların, diğeri ise nefes çalışmaları hakkında olumsuz düşünceleri olanların en çok sorduğu sorular arasında yer alıyor.
1-Çok nefes alıp vermek serbest radikalleri artırmıyor mu?
Serbest radikaller, sağlam moleküllerden elektron çalarak, onların yapısını bozan, normal moleküllere zarar veren maddelerdir. Bağışıklık sistemi, bedenimize giren virüs ve bakterileri yok etmek için serbest radikalleri oluşturur. Bu süreç tamamen bedeni toksinlerden arındırmak içindir. Serbest radikaller sadece içsel faktörler ile değil çevre kirliliği, radyasyon, sigara dumanı ve tarım ilaçları vb. gibi dışsal faktörlerle de meydana gelir. Bedende faydalı olmayan serbest radikalleri bertaraf edecek doğal bir mekanizma vardır. Nefes alıp verdiğinizde bedenimize giren oksijen sebebiyle serbest radikaller artmaz. Aksine doğru nefes ile bedene giren oksijen ve karbondioksiti optimal seviyelere ulaşır.
2-Performanslı nefes alıp vermelere zararlı mı?
Doğru şekilde yapıldığı sürece kocaman bir “HAYIR” .
Performanslı nefes alma hiperventilasyon sebep
Bugünkü yazımda son zamanların en popüler konularından olan Burun nefesi mi Ağız nefesi mi? Hangisi doğru? Konusunu masaya yatırmak istiyorum.
On iki sene önce nefese başladığımda, burnumda et vardı ve dolayısıyla ağızdan nefes alıyordum. O zamana kadar bu durum beni çok rahatsız etmiyordu. Çünkü ağızdan nefes alanlarda görüleceği söylenen yorgunluk, halsizlik gibi sorunlar yaşamıyordum. Hatta yorulmak nedir bilmeyen bir tiptim. Tabii ki stres, sinirlilik gibi sorunlarım vardı. Fakat bu sorunlar burnundan nefes alanlar da vardı. Keşke kitaplarda yazılanlar herkes için doğru olsa, o zaman hiç birimizin kafası karışmazdı.
Burun organımızda, bedene zararlı partikülleri filtre edecek mekanizmalar bulunduğundan burnumuzdan nefes alıp ağızdan nefes verdiğimiz de solunum rahatsızlıklarına yakalanma olasılığım azalır. Fakat yine de hayatta kalabilmek için örneğin yüzerken ya da dalış yaparken burun nefesi yerine ağız nefesini kullanmanız hayrınıza olacaktır.
Solunum kapasitenizi kısa zamanda tam randımanlı kullanmak istiyorsanız ağız nefesini kullanmanızı öneririm. Biz Transformal nefes koçları uygulama sırasında ağızdan birbiri ile bağlantılı nefes alıp veririz. Diyafram kasını