Zihnin enteresan bir yapısı vardır. Herhangi bir nesne ya da olaya takıldığında, nesneyi meydana getiren parçaları yok sayarak nesnenin tek başına var olduğunu düşünür. Örneğin, zihin sürekli olarak mutlu olmak için neler yapabileceğine odaklandığında bazı eylemlere takıntılı bir şekilde bağlanır. Takıntı, insanı bağımlı yapar, bağımlılıklar da insanın muhakeme etme yetisi kör eden negatif enerjilerdir.
Bu durumu tersine çevirmek için eylemlere göz atmak gerekir. Zira bağımlılık konusu metafiziksel problemden çok stratejik/taktiksel problemdir. Örneğin alkol bağımlılığı “Mutluluğum için neler gerekli?” düşüncesinden kaynaklandığı için sorunun çözümü için taktiğe yani eyleme odaklanmak gerekir. Bu da, elde etmeyi planladığımız mutluluk duygusunu güçlendirecek güçte eylemlere yönelmek şeklinde olmalıdır. Aksi takdirde zararla sonuçlanan eylemler, beklentilerin karşılanmamasının yanında kibir ve suçluluk duygusunu da ortaya çıkartır. Kibir ve suçluluk gündemde ise hatalı kararlar vermeye başlarız. Hatalı kararlar da direk bizi etkiler. Yüzyıllar önce Buddha bu durumu fark etmiş ve yedi yaşındaki oğlu Rahula’ya eylemlerin saflaştırılmasıyla ilgili aşağıdaki tavsiyeyi
''Ateş olmayan yerden duman çıkmaz'' stresle ilgili kullanılabilecek en bilgece deyimdir. Stres, durup dururken ortaya çıkmaz. Belki de şimdi ''Yok canım sende, Ayşe bana şunu yaptı, Burak da bunu'' diyenleriniz vardır. Stresi hissettiğinizde dumanla kavga etmek yerine ateşin nerede ve nasıl yakıldığına bakmak gerekir.
Aslında çoğumuz sebep sonuç ilişkisinden hayatımızdaki varlığının farkında. Gerektiğinde yakınlarımızı rahatlatmak adına '' Çok çalışırsan başarılı olmaman için bir sebep yok'' ya da ''Moralini sağlam tutarsan, daha çabuk iyileşirsin'' şeklinde önerilerde bulunuruz. Kendimiz söz konusu olduğunda ise sebep sonuç ilişkisini göz ardı ederek ya öfkeyle arkadaşlık kurmayı ya da birilerine sığınmayı seçeriz. Sığındığımız kişiler de ''Bak bakalım, bunu neden yaşıyorsun'' ya da ''Sence en uygun çözüm ne olabilir?’'' şeklinde sorular sorarlar. Peki, bu tarz soruların sırrı nedir?
Kuantum bilimi bu sırrı net ve açık bir şekilde açıklamaktadır. Algılanan nesne hiçbir zaman kendisine ait özellikleri taşımaz. Nesnenin özellikleriyle kendisine bakan kişinin varsaydığı özellikler her zaman farklıdır. Bir kısım insan beş duyunun algıladığına güvenerek dürtüsel tepki verir
Her insan, strese farklı şekilde tepki verir. Stresin kapsama alanı bayağı geniştir. Stres duygularımızı, davranışlarımızı, düşünce kalitemizi, fiziksel sağlığımızı kısaca hayatımızın her alanını etkiler.
Stresin en bilinen belirtilerinden biri öfkedir. Strese bağlı öfke, stresin duygu ve düşüncelerimiz üzerinde yarattığı dengesizlikten ötürü ortaya çıkar. Öfke ortaya çıktığında kontrolü kaybederiz, zihin sakinleşmekte zorlanır, hatta kendimizi değersiz bile hissedebiliriz. Stresin öfke dışında daha birçok belirtisi vardır. Mesela çevremizdeki insanlardan uzak kalmayı seçebiliriz. Bedenimizde ağrılar olabilir. Ağrıların sebebini bulmak için doktora gittiğinizde bir dizi tahlil, röntgen, MR sonrasında doktorlar ağrının sebebini bir türlü bulamadık derler. Bu sefer de Acaba bende ne tür bir bozukluk var? düşüncesi, stres yaratır. Stres çoğalarak artar.
Bana göre stresle başa çıkılamamasının en önemli sebeplerinden biri, stres belirtilerinin normal ya da kaçınılmaz olduğunu düşünmektir. Bu yüzden de çoğu insan stresi ortadan kaldırmak için pek bir şey yapmaz. Halbuki stres hayatımızın her alanında an ve an sürekli terör estirir. Duygu ve düşüncelerimizin içine öyle sinsice
Hangi filmi koyarsanız koyun film makinası görüntüyü olduğu gibi perdeye yansıtır. Zihin de tıpkı film makinası gibidir. Her zaman içinde olanı yansıtır. Mesela, 10 kişi aynı nesneye baksın, her biri de nesneyle ilgili farklı şeyler söyleyecektir. İşte bu şekilde dış dünyayı algılama sürecinde iki farklı gerçek söz konusudur. Bu gerçeklerden biri göreceli (relative) diğeri ise mutlak (ultimate) gerçektir.
Göreceli/Relative olan her insanın deneyim, duygu, düşünce ve öğrendiklerine göre an ve an değişir. Bu gerçek karşı karşıya gelinen nesnenin ne olduğundan bağımsız, ona bakan kişinin yetiştirilme tarzı, geçmiş öğrenme ve deneyimlerinden sürekli etkilenir. Dolayısıyla bu gerçeğe yüzde yüz güvenemeyiz. Mutlak gerçekte ise nesne kendine has özelliklerini kaybetmez, neyse odur. Bu gerçek daha güvenilir olsa da diğeri gibi kolayca algılanamadığından gözden kaçar. Hangisini seçelim derseniz, ikisini de derim. Bu iki gerçeğin aynı anda var olduğunu bilerek yaşamak insana çok şey kazandırır.
Bilinçli olarak iki gerçeğin varlığını kabul ederek yaşadığımızda yaşadığımız problem ve sorunların temelde diğer insanların da sorunu olduğunu fark ederiz. Bu da insanlığın en büyük sorunu
( Bu ve bir önceki "Hiç de Kolay değil" başlıklı yazım birbiriyle bağlantılı yazılardır. )
Duygu ve düşüncelerin enteresan bir mekaniği vardır. Örneğin, korku çoğunlukla bizim için çok önemli olan konularda ortaya çıkar. İstediğimizi elde etmeyi isteme halinin kendisi, korkuyu ortaya çıkartır. Arzuların yok edilmesi gerekliliğinin gerisindeki sır da budur.
Korku, ortaya çıktığında öyle tek başına durmaz, öfkeyi ortaya çıkartır. Zira bize istediğimizi vermeyen her kimse, düşman olarak algılanır. O sırada açgözlülük ortaya çıkar ve yaşam boyu yoldaşımız olmasını istediğimiz belki de bağımlı olduğumuz kişi tarafından teselli edilmeye ihtiyacımız olduğu konusunda ısrarcı olur. Asıl düşman da bu, ihtiyaç konusudur. İhtiyaçlarımızı sevdiğimiz kişi/ler tarafından karşılanmadığında şüphe sızma şansını elde eder. Sevdiğimiz kişiyle olan ilişkinin işlevliğinden şüphe ederiz. Ve sonunda olan olur, ilişkiye olan inanç kaybolur. Zihin karmaşa içine düşer, hayal kırıklılığına doğru kollarımızı açarız.
Sevdiklerimizle ilişkilerde ortaya çıkan bu ikilemin ortadan kalkması ancak kalbi ısıtmakla, şefkatle mümkündür. Sevdiğimiz kişiyle yaptığımız tartışma sadece acı çekmenin rahatsızlığa
Geçenlerde bir türlü okumaya fırsat bulamadığım Drunvalo Melchizedek'in Yaşam Çiçeğinin Sırları I isimli kitabı nihayet okuyabildim. Kitapta var oluşla ilgili enteresan bilgiler paylaşılmış. Geçmiş, şimdiki an ve gelecek arasındaki bağlantıların nefes ve meditasyon sayesinde kurulabileceğinden bahsedilmiş ki benim de nefes ve meditasyon uygulamalarıyla haşır neşir olmamın sebebi bu. Bence an ve an her şeyin değiştiği bu dünyada başımıza gelenleri doğru olarak algılayabilmek için geçmiş, şimdiki an ve gelecek arasındaki bağlantıyı görmeye ihtiyacımız var. Bağlantıyı görmemizi engelleyen ise, aynı anda hem ateş saçan hem de ışık yayan duygu, düşüncelere sahip olmak. Onlarla birlikteyken başımıza gelenleri, var oluşumuzu anlamak hiç de kolay değil.
Peki, Geçmiş, Şimdiki an ve Gelecek arasında bağlantıyı görebilmek ne kazandırır?
Kendi deneyimlerime bakarak söyleyebilirim ki geçmiş, şu an ve geleceğe bütünsel olarak bakabildiğinizde hayat daha anlamlı hale gelebilir. Özellikle sevdiklerimiz söz konusu ise bu bağlantıyı kurmak çok değerli. Gün geliyor, sevdiklerimize öfkelenebiliyor hatta istemeden kötü sözler sarf edebiliyoruz. Sevdiğim halde niçin böyle yapıyorum
İnsanın kendisiyle arkadaşlık kurması basit gibi görünse de gerçekleştirilebilmesi pek kolay olmuyor. Aşağıda paylaştığım bilgiler kafanıza ne kadar yatacak bilmiyorum ama dünya barışı için kendimizle arkadaşlık kurmanın yolunu mutlaka bulmak gerekiyor.
Kendimizle Nasıl Arkadaş Olursunuz?
Kendimizle arkadaş olmanın yolu, kalbimizin sınırlarını, sevgimizin ve arkadaşlığımızın sınırlarını sürekli olarak genişletmekten geçer. Aslında sadece sevdiğimiz parçaları değil, sevmediğimiz parçaları da kabul etmeli ve onlara rağmen arkadaş olmayı başarmalıyız. Peki bu nasıl olacak? Tabii ki içimize bakarak.
İçimize bakarak, kendimizle ilgili gerçekte neler hissettiğimize dokunuruz. Bazen sadece kabul edilebilir tarafımızla, başarımızla, bazen de kusur ve başarısızlıklarla özdeşleşiriz. Kendimize bakmaya başladıkça her iki uçla da temasa geçeriz. Örneğin, korku kaynaklı kibrimizle karşılaştığımızda ona dürüst bir şekilde bakarsak başkalarıyla olan arkadaşlığımızda koyduğumuz sınırları anlayabiliriz.
Budist hocalardan Chögyam Trungpa Rinpoche; “İnsanın kendisiyle arkadaş olmasının en temel meditasyon uygulamalarından birisi” olduğunu söyler. Bu çok doğrudur. Düşünce ve düşünce
Anlaşılmadığını ve/veya anlayamadığınızı düşünüyorsanız kendinizle olan arkadaşlığınızın arasına kara kediler girmiş demektir. İnsanın kendisiyle arkadaş olması, sahte kimlik ve maskelerini bırakmaya karar vermesiyle başlayan uzun bir yolculuktur. İsterseniz önce bir durum tespiti yapalım.
Kendinizle olan arkadaşlığınıza kaç puan verirsiniz?
Umarım kendinizle olan arkadaşlığınızın tatmin edici bir puanı vardır. Bu yazımda kendisiyle arkadaş olmayı arzulayanlar için birkaç aydınlatıcı soru ve yanıt hazırladım.
Kendinizle olan arkadaşlığınız nasıl zayıflar?
Zihnin çalışma şekli çok enteresandır. Zihin, zıtlıkları görür ve bir tanesini seçmeye zorlar. Sürekli karşıtlıklara doğru çekilip dururuz. Bu şekilde karmaşık duygular, kararsızlıklar, şüphe ve endişelerin hayatımızdaki kapladığı alan genişler. Acılı anılar daha kolay ortaya çıkmaya başlar, duygular dayanılmaz olur. Bu durumda bazı deneyimleri ret ederek kendimizi birkaç bölüme ayırırız. Deneyimler yok sayıldığında, kendimizle olan arkadaşlığımız zayıflar. Sevmediğimiz, nefret ettiğimiz şeylerle aramızda büyük bir güvenlik duvarı/ları oluşur. Güvenlik duvarlarının sayısı arttıkça dostluk ile