İçlerindeki kötülüğü her fırsatta kusan, nefret ve kıskançlıkla nefes alan, başkalarının mutsuzluğuyla beslenen, herhangi birinde gördüğü başarıya/mutluluğa tahammül edemeyen, empatiden yoksun, terbiyesiz ve hadsiz insanlar... Daha ne kadar göreceğiz onları, bitmiyorlar! Acaba toplum olarak eskiden de mi böyleydik? Sosyal medyanın hayatımızı ele geçirmesiyle, herkesin sınırsızca atıp tutma fırsatı bulmasıyla mı ortaya çıktı içimizdeki kötülükler? Yoksa insanlar gün geçtikçe mi vicdanını, insanı insan yapan değerlerini unutur oldu? Bu sürüklendiğimiz yol, yol değil; tam olarak “Allah ıslah etsin” denilecek noktadayız.
Son günlerde Demet Akalın’ın ani boşanması var dillerde... Türkiye’nin en popüler yıldızlarından olduğu için konuşulması, yorum yapılması normal de, saygı ve insanlık sınırları içinde kalırsa tabii ki! Boşanması formalite olsun veya olmasın, ortada dağılmış bir yuva, evine haciz gelen bir aile, üzüntülü günler geçiren insanlar varken; onların mutsuzluğuna sevinmek, “Oh olsun!” diyebilmek, eleştiriyi geçip hakaretler, beddualar sıralamak, dört yaşındaki bir çocuğa bile kopasıca dilleri uzatmak neyin kafasıdır ya? İnsanların bu derece kötü olabilmesini anlamıyorum ve
"Yakın çevremde konuyu iyi bilenlerden aldığım bilgiler" diye etlerdeki şarbon salgını tehlikesinden bahseden bir yazı gönderdi arkadaşım.
Durumun sanılandan ciddi olduğunu, bir süre özellikle dışarıda et yememek gerektiğini, illa yenecekse, çok pişmiş olmasına dikkat edilmesini anlatıyor. Hal böyleyken korkudan çoğumuz et yiyemez olduk. Ben tavuk da pek yiyemiyorum, defalarca zehirlendim çünkü. Geriye, alternatif olarak balık, yumurta ve Dilara Koçak’ın pazar günkü Milliyet Cadde köşesinde tavsiye ettiği gibi, bitkisel protein kaynakları kalıyor. İçimde git gide artan bir ‘vejetaryen olma’ isteği vardı zaten, belki de tam zamanı... Bu arada et demişken, Nusret’in zengin müşteriler için eti altın tozuna bulayıp servis etmesi çok itici. Kendisi de hayatının bir bölümünü
zorluk içinde yaşamış biri olarak, milletin evine ekmek götürmekte zorlandığı, hayat pahalılığının zirve yaptığı bir dönemde biraz empati yapsaydı iyiydi.
MARTINEZ VE DENİZ SİPAHİ
Yazın bitiş ve yağmurlu havaların başlayış hız,ı bende bir şok dalgası yarattığından, Bodrum günlerinin hasretini taşımaktayım! Deniz Sipahi ve muhteşem orkestrasını, bayram tatilinde Martinez Türkbükü’nde dinledim. Gerçekten harika bir
Vampirli yapımlara oldum olası büyük ilgi duyarım; bana esrarengiz, havalı ve seksi geliyorlar. Ölümsüzlük biraz ürkütücü olsa bile, ben de şöyle siyahlara bürünmüş bir vampirella olmak isterdim doğrusu! Acayip imaj yapardım kendime ha! Yalnız bazılarını ne korkuturdum, hayatlarını ne zehir ederdim belli değil söylemesi ayıp!
Bir vampir meraklısı olarak kadrosu yıldız oyuncularla dolu olan Türkiye'nin ilk vampir dizisi "Yaşamayanlar"ı herkes gibi ben de heyecanla bekliyordum. Heyecanıma değdi mi? Vallahi değdi, karakterler Türkçe konuşuyor olmasa "Yaşamayanlar"ı yabancı dizi sanardım. Yaratılan mekanları, karanlık havası, çekimleri, efektleri, müzikleriyle standartların çok üzerinde... Ufak tefek ayrıntıları es geçersek gurur duyulacak bir iş olmuş.
Millet ısırılmak için kuyruk olabilir!
Netice olarak "Yaşamayanlar" memlekette ilk kez yapılan iddialı, cesur, kaliteli ve büyük emek verilmiş bir proje... Önyargıyla değil pozitif gözlerle, kusur bulmak için değil keyif almak için izlediğinizde kanınız kaynayıveriyor! Kan dedim de bazı kanlı sahnelerde fenalaştım, tutar beni!
En kötü huylarımdan biri, her şeyin daha naif ve içten yaşandığı geçmiş yıllara özlemimden dolayı bugünün dünyasına ayak uydurmakta zorlanışım olsa gerek! Özellikle benim yaş grubumda böyle hisseden çok kişi var. Dünyaya geldiğim 80’li yılları da hasretle anıyorum ama 90’lar benim için bambaşkaydı.
Şarkı söylemeye olan büyük hevesimle o zamanlar zirve yapan Türk pop müziğini de yakından takip ederdim. Sevdiğim sanatçının kasedi çıktığında, ilk alanlardan olmak için müzikmarketin kapısında sıra beklemek ne büyük heyecandı. Ah o kasetleri teybe taktığım anların keyfi yok mu! Gel de özleme... Bir tıkla her şeye ulaşmak mümkün olmadığından, böyle şeyler insana uzun zaman büyük mutluluk yaşatırdı. O günlerin büyüsü ulaşılmazlıktı belki de...
Hem sanatı hem kalbi pırlanta
90’lı yıllarda hayranlıkla takip ettiğim sanatçılardan biriydi Ayşen... Bütün şarkılarını severek dinlerdim, modern tınısı ve sıra dışı klibiyle büyük sükse yapan ‘Nerdesin’e ise ayrı bayılırdım. Sonraki zamanlarda sahne çalışmalarına devam etti ama şarkı yayınlamadı. 2000’lere geldiğimizde, 90’ların çok sevdiğim yıldızıyla tesadüfen tanıştım, ballıyım vesselam! Sevgili Behzat Gerçeker, şan dersi almam için beni ona
Yıllar önce Fazıl Say’ı canlı dinleme şansına sahip olduğum konserlerden birinin ardından köşemde şöyle yazmıştım: “Onu ayakta, ellerim patlayana kadar alkışlamak yetmiyor bana, hani kendimi parçalasam yetmeyecek! Eşsiz sanatçımızın önünde saygıyla eğiliyorum, iyi ki varsın...” Dünyaya gelmiş en büyük müzik dehalarından biri o ve böyle bir efsaneye sahip olmak, milletimiz için paha biçilmez bir şans... Bu, tartışmaya açık bir konu da değil, gerçeğin ta kendisi!
Onunla aynı milletten olmaktan şeref duyması gerekenlerin, yıllardır yaptığı zulüm, bu sefer çığırından fersah fersah çıktı. Bazıları şuurunu ve insanlığını hepten kaybetti! Hayattaki en tarifsiz acıların başında geliyor, anneyi sonsuzluğa yolcu etmek, canıyla ve en değerlisiyle vedalaşmak...
Böyle bir anda bile, evladın acısına acı katmaktan utanmayanlar, onu “Lütfen bunu yapmayın” diyecek noktaya getirenler; sadece dinden, inançtan değil, insanlıktan da bahsedemeyecek olanlardır! Zira Allah korkusu, vicdanı ve aklı olan hiçbir insan evladı, düşmanına dahi yapmaz bunu.
Kimse insanlıktan çıkacak kadar özgür olmamalı
Fazıl Say’a yapılanlar insanlığın ölümüdür, ne acı ki... Kin ve nefretle beslenip, içlerindeki karanlığı kusan
Fırsatları olsa zirveye çıkacak potansiyeldeki nice yetenekli genç, çeşitli imkansızlıklar nedeniyle hayallerini gerçekleştiremiyor. 19 yaşındaki bisiklet sporcusu Ozan Yavuz’un Instagram’da yaptığı, “Maddi gücüm, günlük hayatımı ve spor faaliyetlerimi karşılayacak kadar iyi değil. Sponsorlara ihtiyacım var, bunun için de beni takip etmenizi rica ediyorum” paylaşımını görünce onunla iletişime geçtim. Genç sporcu İstanbul Üniversitesi Fizik Bölümü’nde burs desteğiyle okuyor, okul dışında da yoğun şekilde antrenman yaparak kendini geliştiriyor.
Hedefi, büyük yarışlara katılmak, milli olup ülkemizi temsil etmek olsa da, gerekli giderleri karşılayamadığı, bisikleti ve ekipmanı yeterli olmadığı için istediği yarışlara, özellikle de kendini gösterebileceği federasyon organizasyonlarına katılamıyor. Tüm imkansızlıklara rağmen bugüne kadar katıldığı birçok yarışmada dereceleri var. Gencecik yaşında yaşadığı zorluklara rağmen başarılar kazanan, geleceği parlak sporcumuzu Instagram’da takip edebilirsiniz, takipçisi arttıkça, sponsor bulması kolaylaşacak. Umarım genç yeteneklerin yolunu açmak isteyen sponsor firmalar da Ozan’ın sesini bir an önce duyar ve onu bisikletini zirveden zirveye
Bayram tatilinde tatlı konulardan bahsetmek istediğimden, bugün köşemde dünya tatlısı bir konuğum var... Manço kardeşlerin küçüğü, çocukluğundan beri yaşadığı Moda’da kendine sakin ve sevimli bir dünya kuran Batıkan Manço... Batıkan’a neden geri planda yaşamayı seçtiğini sorduğumda, “Bu da soru mu? Sanki beni tanımıyorsun!” diye başladı lafa. Arkadaş sohbetinde gazeteci olduğum kısmını unuttu bizimki önce! “Doğukan’la zıt kutuplarız, çocukluktan beri o hep dışa dönük, bense, daha içime kapanıktım. O heyecan ve adrenalin sever, bense, ilgi odağı olmadığım sakin bir yaşamda kendimi iyi hissediyorum. Şu anki işim beni çok mutlu ediyor” diye anlatıyor seçtiği hayat tarzını...
Amerika’da grafik tasarımı okuyan ve iki sene öncesine kadar özel bir müzik şirketinde pazarlama yapan Batıkan, plaza hayatından illallah edince; ‘Evime yakın, salaş ve rahat bir işim olsun’ düşüncesiyle, fikir arayışına giriyor. Yerel turist için Moda’nın popülerleştiği bir dönemde, öğrencilik yıllarındaki garsonluk tecrübesini de hesaba katarak ve işletmeci arkadaşlarından da cesaret alarak kafe açmaya karar veriyor, işte ‘Cafe Los Manços’ hikayesi de böyle başlıyor.
Ahşap kulübe tarzı
Hikayenin devamını
Normalde tatil konusunda son dakikacıyımdır, fırsatım olduğunda kafam nereye eserse, atlar oraya gidiveririm. Bu bayram içinse kankalarımla tatil organizasyonumuzu aylar öncesinden yapmış, konuyu da sohbetlerimizin baş köşesine yerleştirmiştik. Rotamız, son yılların en sevilen tatil yerlerinden Akyaka’ydı. Hep harika yorumlarla duyarız burayı ya, ne heveslendik belli değil! Şu an Azmak’ın kenarındaki kahvaltı mekanlarından birinde oturmuş, şıp şıp terleyerek yazımı yazarken düşünüyorum da; hayatta hiçbir şey için fazla heyecanlanmamak lazım! Yoksa işin hayal kırıklığı kısmı acı veriyor!
Akyaka’nın doğası güzel, genelde artık hiçbir yerde göremediğimiz mimari özenin korunmuş olması mutluluk verici. Benim çok sevdiğim salaş ve doğal kasaba hali tatlı ama o kadar. Önce dedik ki, “Acaba bizde mi bir problem var? Millet burayı o kadar seviyor ki, işi gücü bırakıp, yerleşiyor...” Ama yok, yapacak hiçbir şey, gidecek neredeyse hiçbir yer yok! Fotoğraflardaki gibi değil, haksızlık bu! Biz bilmiyoruz diye buraları iyi bilen arkadaşlara sorduk; onlardan da elle tutulur bir tavsiye çıkamadı. Allah’tan kaldığımız XOX Apart Otel’deki dairemiz rahat, geniş ve temizdi, zira tatilin büyük