Derin bir yapının ve karanlık ilişkilerin varlığını kristalize bir şekilde gösteren çok çarpıcı ve somut bir davaydı JİTEM davası. Başta Cemal Temizöz olmak üzere 8 sanığın 21 cinayetle yargılandığı, olayların net, isimlerin kesin olduğu bu dava geçen ay sanıkların beraatıyle sonuçlandı. Önceki gün ise mahkeme, kararının gerekçelerini açıkladı. Bu gerekçeler içinde ‘beyaz Toros’un çok yaygın olduğu, terör grupları tarafından da kullanılabileceği ve kanıt olarak gösterilemeyeceği, mahkeme nezdinde de şüphe oluşturan hususlar olduğu ancak şüpheye dayalı işlem yapılamayacağı var.
Ben böyle bir yaklaşımın ‘yeni Türkiye’ idealine taban tabana zıt bir zihniyeti gösterdiğini, yargının içinde ‘paralelci görünmeme’ adı altında kraldan çok kralcılık yapmaya çalışan bir ruhun hakim olduğunu düşünüyorum. Eminim ki JİTEM’i ve faili meçhulleri ortadan kaldıran Tayyip Erdoğan da seçimlerden hemen önce bir konuşmasında beyaz Toroslara atıf yapan Ahmet Davutoğlu da bu davanın bu şekilde kapatılmaya çalışılmasından rahatsızlık duymuştur...
Evin alt katındaki infaz odaları
Beraat kararı verildiği andan itibaren gerekçeleri görmeye gerek dahi duymadan bu davanın neticesinin kamu vicdanını çok derin
Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin şehrin ortasında güpegündüz öldürülmesi çok karanlık, çok puslu bir havaya işaret ediyor. Cesur, sevilen ve demokrat bir insandı Elçi. Dün tam da şiddetin anlamsızlığından bahseden, barışa çağıran bir basın açıklaması yapmak için hazırlanmıştı. Yaptı da o açıklamayı. Peki, sonra ne oldu? Başka bir sebeple çıkan çatışmada kör bir kurşuna mı kurban gitti, yoksa tüm bu çatışma görüntüsü planlı bir cinayeti örtmek için mi yaratıldı? Düğümü çözecek, yolumuzu aydınlatacak olan bu sorunun cevabı. Ancak Diyarbakır sokaklarında zaten cevap bulunmuş. Bölgeden birçok kişiyle konuştum ama en önemlisi Elçi’nin hemen yanında bulunanlardan birine neler yaşandığını sordum.
Haklı olarak çok büyük bir panik ve korku hâkim Diyarbakır’a. O nedenle isimler saklı. Bana Tahir Elçi’nin yanında basın açıklamasını dinleyenlerden bir tanığın anlattıkları şöyle:
‘Basın açıklaması bitmişti. Küçük gruplar halinde sohbet başlamıştı. Derken uzaktan silah sesleri duyduk, yanımızdaki polisler karşılık vermeye başladı. Herkes bir tarafa dağıldı. Sokakların içine kaçtık, bir depoya gizlendik biz. Sonra oradan çıktık, kendimizi kurtardık. Çatışma bitti derken, Elçi’yi gördük,
Geçen hafta Paris saldırılarının ardından yazdığım yazıda IŞİD’in Hollywood tekniklerini ve video klip estetiğini çok iyi kullanan, modernist ve Batı’yı içinden tanıyan bir örgüt olduğundan bahsetmiştim. Bu saptamaların gerçekliğine işaret eden çok önemli bir dosya birkaç gün art arda Washington Post’ta yayımlandı. Greg Miller ve Suad Mekhennet’infarklı ülkelerde IŞİD militanlarıyla konuşarak, hapishanelere girerek ve sahada araştırma yaparak hazırladıkları ‘Halifelik ile Yüzleşmek’adlı dosyaya göre IŞİD’in en önemli ‘departmanı’ medya. Daha doğrusu IŞİD’i diğer tüm terör örgütlerinden ayıran ve bu günkü gücüne ulaştıran temel faktör medyayı kullanma şekli.
Fas’ta bir hapishanede tutulan bir ‘IŞİD kameramanı’ ile konuşmuşlar örneğin. Diyor ki: Üzerinde İslam Devleti’nin amblemi olan bir kâğıt gelir. O kâğıtta yalnızca mekân ismi olur. Ne olduğunu gidince görürüz. Bazen o mekânda atış talimi yapan savaşçılar vardır ama muhakkak bir kan banyosuna da denk gelinir.’ Bu kameraman 2014 yılında 160 Suriyeli askerin çölün ortasında çırılçıplak soyulup otomatik tüfeklerle taranırken Canon marka kamerası ile nasıl çekim yaptığını anlatıyor.
Habere yansıyanlara göre, örgütün çok geniş
Dünya çok büyük bir meydan okumayla karşı karşıya. Irak’tan başlayıp, Suriye’ye yayılan ve net bir iddiayla savaşan bir örgüt kendinden görmediği herkesi tehdit ediyor. IŞİD bu gün son derece modernist, modernitenin bütün imkânlarından faydalanan, çağdaş Batı medeniyetini çok iyi bilen, Hollywood prodüksiyonunu ve MTV video klip estetiğini ustaca kullanan bir terör örgütü.Bu örgütü anlamak onunla baş etmenin ilk adımı. O nedenle kolaya kaçıp komplo teorileriyle kendimizi kandırmaya çalışmayalım. Paris’te yaşanan vahşet üzerinden, böyle bir canavarın bu noktaya nasıl geldiği üzerine soğukkanlı bir şekilde düşünmeliyiz.
Bu konu üzerine çalışan birçok uzman var. Ben özellikle Loretta Napoleoni’nin Türkçe’ye ‘İslam ve Modern Cihat’ olarak çevirilen kitabını okumanızı tavsiye ederim.Napoleoni IŞİD’in El Kaide’den temel farklarını, el Bagdadi’nin stratejisini ve bu strateji doğrultusunda örgütünü bu noktaya nasıl getirdiğini son derece açık ve basit bir dille anlatıyor.
Temeli Selefiliğe dayanan El Zerkavi’nin liderliğinde başlayan grup, 2010’da El Bagdadi’nin lider olmasıyla ismini ‘Islamic State of Iraq (Irak İslam Devleti) olarak değiştirdi. Daha sonra Suriye’ye uzandı. Temel
CHP’nin adeta bir kısır döngü haline gelen sıkışmışlığına çözüm arandığını düşünmüyorum. Otomatik refleks olan ‘Genel Başkan istifa’ sloganının derhal devreye girmesinin CHP’nin ataletini artırdığına inanıyorum.
Bir haftadır yapılan tartışmaları takip eden bir dış göz, CHP’nin tek sorununun genel başkanının ismi olduğu sonucuna kolaylıkla varabilir. Hakikaten öyle mi? Bu partinin iktidara alternatif olamamasını Kemal Kılıçdaroğlu’na yüklemek doğru mu?
Bence değil. Ailemin bir kısmı CHP’lidir ama ben hiçbir zaman CHP seçmeni olmadım. Çünkü CHP’nin Jacoben ideolojisi kafama hiçbir dönem uymadı. Öte yandan CHP’nin algısının olguların ve isimlerin önüne geçtiğini düşünüyorum. Açıkçası, Kemal Bey bu algıyı değiştirmek için bir şeyler yapmayı denemiş bir isim. CHP oyunu artıramıyor olabilir ama en azından geçmişteki korku siyasetini pompalamıyor, ‘Laiklik elden gidiyor, şeriat geliyor’ gibi öcüler üzerinden kolaycılığa kaçmamaya gayret ediyor. Bu partinin son dönem siyasetinde eleştirilecek temel meseleler var: Örneğin, cemaatin çete faaliyetlerine Ak Parti’ye karşı konumlanmak için gözünü kapamış olması bunların başında geliyor. Ancak seçmen sayısını artıramamasının temel sebebi, CHP’nin
Daha önce de zaman zaman başıma gelirdi ancak son zamanlarda daha sıklaştı ve kullanılan kelimeler değişti. İki yıl öncesine kadar genellikle şöyle laflar işitirdim: ‘Bu Kara Fatmaları savunmayautanmıyor musun?’Ya da ‘Arabistan’da mı yaşamak istiyorsun?’‘Sen bunların hakkını savunuyorsunama yarın bunlar senin zorla başını örtecekler’...Bürokratik vesayet ve darbe teşebbüslerine karşı dindar insanların yönettiği bir siyasi partiyi savunmamı benim gibi seküler bir kadına yakıştıramayan bir kibirle arkasında ya bir gizli niyet arayan ya da benim saf olduğumu, insanın yalnızca kendine benzeyenin hakkını savunmasının doğru olduğunu ima eden sataşmalardı karşılaştığım.
Gezi’den itibaren iş değişti.Birçok arkadaşımı o süreçte kaybettim. Hepsi dev propaganda mekanizmasına kapıldılar. Beni duyamaz oldular. Kim bilir, belki ben de hatalar yaptım. Sürekli kendimi savunma pozisyonuna itilmekten yorulmamalı, daha sabırlı olmalıydım...
‘Senden tiksiniyorum’
7 Haziran’dan sonra ise iş çığırından çıktı. Gittikçe öfkeleri kontrol edilemez hale getirilen bir kesim, onların çevrelerinden gelen ve Erdoğan’ı ve Ak Parti’yi destekleyen bizim gibileri adeta ‘katli vacip’ gibi görmeye
Davutoğlu, yankı yaratan “PYD’yi 2 kez vurduk” açıklamasının ardından dün bu örgüte yönelik uyarılarını üç maddede sıraladı: Türkiye’ye sızmaya kalktıklarında, Fırat’ın batısına geçtiklerinde, silahlarının PKK’nın eline geçtiğini tespit ettiğimizde vururuz
Başbakan Ahmet Davutoğlu’yla İstanbul Conrad’da bir grup yazar ve gazete yöneticisinin katıldığı kahvaltıda 1 saat 40 dakika sohbet etme imkânı bulduk. Önce terasta hepimizi teker teker selamladı, konuştuk, fotoğraf çektirdik. Sonra da içerde İstanbul sohbetinden siyasi gündeme doğru bir geçiş yaptık. Anlattıkları farklı başlıklar altında özetle şöyleydi:
Doğrudan fark edilen görkem, kibir insana rahatsızlık verir. Bu yüzden Dolmabahçe Sarayı’nı hiç sevmemişimdir.
Filistinlilere vizeyi kaldırabiliriz.
Suriye’yi dönüştürmek: Böyle bir yaklaşımımız hiçbir zaman olmadı. Doğal gelişim içinde demokratik dönüşümle orada Türkiye’nin etki alanının açılacağına inandık. Arap Baharı’na kadar ilişkilerimiz normaldi çünkü sistemi beğenmesek bile muhatabımız meşruydu.
Suriye’deki Kürtler: Kimliği kaybolmuş gruplar bizimle güven kazanmaya başladı. ªimdi bize PYD üzerinden eleştiri getirenler hatırlasın: Kürtlerin hiçbir kimliği yoktu, ben
Bu ülkenin ‘kâğıt üzerinde aydınları’ arasında prensipsizlik bir resmi ideoloji adeta. İstisnalar hariç Türkiye’nin yazar çizerlerinde ilkesel duruş yok. Entelektüel tutarlılık yok. Felsefi omurga zaten hiç yok!
Düşünün, bir yazar senelerdir savunduklarına tamamen aykırı bir işe imza atıyor, sonra da imzaladığı bu tuhaflığı eleştirenlere pişkince hakaretler yağdırıyor. Bu toprakların az sayıda ilkesel duruş sahibi entelektüellerinden Ali Bayramoğlu ve Halil Berktay’a edilen hakaretlerden bahsediyorum tabii ki.
Türkiye’nin Angela Merkel’e şikâyet edilip adeta ülkenin siyasi düzenine bir Batı müdahalesi talep edilen o bildiriyi mesela Fuad Ajami gibi düşünen Türk akademisyenler imzalasa söyleyecek sözüm olmaz. Çünkü bu, benim son derece yanlış bulduğum ama kendi içinde tutarlı bir tavır olur. Geçtiğimiz yıl vefat eden Arap akademisyen Fuad Ajami, senelerce Arap âlemine Batı’nın müdahale edip Arap coğrafyalarını adam etmesini talep etmiş bir isimdi. ABD’nin elindeki tüm askeri ve ekonomi-politik enstrümanlarla Arap dünyasına şekil vermesini isteyen bir aydındı. Nitekim bu uğurda ABD’nin 2003’teki Irak işgalini dahi açık açık savunmuştu. Kelimenin tam anlamıyla bir neo-kolonyalist ve