Avatar filmi gösterildiği ilk hafta sonu dünya çapında gişelerde 242 milyon dolar topladı.
Filmin yapımına 240 milyon dolar, pazarlamasına 150-200 milyon dolar para harcandı. Yatırımın geri alınması için daha kat edilecek yol var. Ama hedefin çok kolay yakalanacağını ve geçileceğine inanıyorum.
Tahminim, Avatar’ın bütün zamanların en fazla gelir getiren filmlerinden biri olacağı.
Hindu inancına bağlı olanlar, doğruluk ve dürüstlük azalınca tanrıların bir canlı olarak kendilerini dünyaya indirdiklerine inanır.
Bu inişe “avatar” denir.
Hindular avatarı andıklarında daha çok Tanrı Vişnu’nun inişlerini kasteder. Vişnu’nun balık, kaplumbağa, yaban domuzu, yarı insan yarı aslan, cüce, kutsal çoban gibi değişik hallerde dünyaya on avatar yaptığına inanırlar.
Hintlilerin en popüler ilahi kişilerinden biri olan Krişna kendi inişini kutsal kitap Bhagavadgita’da (Tanrı’nın Şarkısı) şöyle anlatır:
Amerika, Pandora’yı kazıyor
Amerika’nın bir numaralı kitap eleştiri dergisi olan New York Review of Books hediye verme mevsimi olan yıl sonuna doğru postadan kitap ilanlarıyla dolu geliyor.
Ağzımı sulandırıyor.
Özal ve internetten önce kitap almak için Londra’ya giderdim. Artık Amazon.com var. İstediğim kitabı hemen ısmarlayabilirim. Ama ısmarlamalı mıyım?
Okunmayı bekleyen kitaplarım odalarımda depremlerin okyanusunun üzerine ittiği tepeler gibi yükseliyor, hayat kısalıyor, zaman daha hızlı akıyor.
Okunmayı bekleyen kitaplarımdan biri zamanın akışının muammasına dair: Neden zaman, standart olmasına rağmen, bazen yavaş, bazen çabuk geçer? Kitabı bitirince (sıra gelirse!) cevabını veririm.
Ama işe “Al beni” diyen Hybrid adlı bir kitap. Uygarlılık boyunca insanların bitkileri çiftleştirerek ve aşılayarak yarattıkları hibritleri anlatıyor. Muhakkak genetiği değiştirilmiş bitkileri de anlatıyordur.
Nobel Edebiyat Ödülü alan Herta Müller’in iki romanının çevirisi çıkmış. Ödülü alıncaya kadar adını duymamıştım. Birini ısmarlasam mı? Ama hangisini? En iyisi ikisini birden mi almak?
Çorum’a New York Times muhabiri Marvine Howe ile gitmiştim. Sokağa çıkma yasağı vardı. Şehri girişine askerler barikat kurmuştu. Sokaklarda telaşsız genç askerler, tüfekleri hazırda, devriye geziyorlardı. Otel gazeteci doluydu ama hiçbiri sokağa çıkmaya cesaret edemiyordu. Sağ gazetelerde çalışanlar Alevilerle, sol gazetelerde çalışanlar Sünnilerle karşılaşmaya korkuyordu.
Haksız sayılmazlardı. Türkiye’nin her yerinde her gün insanlar sağ-sol çatışması diye tarif edilen bir kavgada ölüp gidiyorlardı. Çantalarımızı odalarımıza bırakıp, yayan, sokağa çıktık.
Duvarlarda kırmızı işaretler
Bir gün önce Alevilerin katledildiği şehir sakindi. Çarşıda yakılmış ve yağmalanmış dükkânlar gördük. Kırmızı boyayla duvarları işaretlenmişti. Yanlışlıkla Alevi olmayanların dükkânları yakılmasın diye saldırıdan önce çarşıyı iyi bilenler tarafından, herhalde.
Yoksul bir Alevi mahallesinde bahçeli bir evinin önüne toplamış bir grup gördük. Yanlarına yaklaştık. İçlerinden birinin saldırılarda kolu kırılmıştı. Genç bir adamdı. Sızısını hafifletmek için omzunu sıkıyordu.
“Neden hastaneye gitmiyorsunuz?” diye sordum.
“Hastanelerde doktorlar Alevilere bakmıyorlarmış” dedi. “Kanlarını alıp
Yanlış yerde doğdunuz çocuklar. Benim gibi Kıbrıs’ta doğacaktınız ve çocukluğunuzu ve lise yıllarınızı orada geçirecektiniz.
Amerika’da zenci çocuklar zenci olduklarını, yani büyük toplumun küçük, geri, hor görülen bir mensubu olduklarını 4-5 yaşlarında anlarmış.
Ben Rum çoğunluğun içinde istenmeyen bir Türk azınlığa mensup olduğumu sıcak bir gün köy kuyusundan su çekerken Rum çocuklar tarafından taşlandığımda öğrendim.
Orada, pasaportunuzu kaybettiğinizde pasaport kuyruğuna girecektiniz, sıranız geldiğinde Rum memurun “Siz aptal Türkler hep pasaport kaybedersiniz. Geç sıranın sonuna” dediğini duyacaktınız. Sıranız tekrar geldiğinde, “Öğle tatili oldu. Git öğleden sonra gel” diyecekti.
Sekiz yüz seksen yarışını kazandığınızda jimnastik öğretmeninizin sizi kutlamak yerine ikinci gelen Rumun yanına gidip “Sen nasıl bir Türke geçilirsin?” diye onu nasıl azarladığını duyacaktınız.
İki misli gümrük vergisi
Havaalanı gümrüğünde sadece sizin bavulunuz didik didik aranacaktı ve arkadaşınıza getirdiğiniz bir şişe rakıya bedelinin iki misli gümrük vergisi alınacaktı.
Bükülmezlik en büyük özelliklerimizden biridir.Anayasa Mahkemesi’nin DTP’yi kapatma kararı tipik bir bükülmezlik örneğidir. Bu karar salt yasal olarak haklı gösterilebilir. Ama yasanın kendisi adil veya kamu yararına değilse ona dayalı kararın adil ve kamu yararına olması imkânsızdır. Binlerce kişinin Meclis’e seçtiği insanları bir avuç yargıcın Meclis dışına atması demokratik olamaz. Yasal temeli olsa da, olmasa da.
Çağdaş da olamaz çünkü parçası olduğumuzu iddia ettiğimiz Batı dünyasında parti kapatmak bizdeki gibi rutin bir olgu değildir. Arkada kalmış bir ceza türüdür. Yasalar eskir. İptal edilmeleri veya değiştirilmeleri zaman aldığı için bazen günün arkasında kalır. Bazı yasaların günün arkasında kaldığı o kadar açıktır ki bunlara dayanılarak karar verilmez. Verilirse, aynen DTP kararında olduğu gibi, hukuk uygulanmış olur ama adalet sağlamaz. Kamu vicdanı tatmin olmaz.
Anglosakson hukukunda “Dead Letter” olarak bilinen bir hal var. Dead Letter, veya Ölü Harf, iptal edilmemiş olan ama demode olduğu, çağa uymadığı için uygulanması makul olmayan ve bu nedenle yargıçlar tarafından kale alınmayan yasaların adıdır.
Dosya iki yıl bekledi
Bu anlayış bizde geçerli değil
Kürt açılımı akılsızların akılsızlıklarını, sabırsızların sabırsızlıkların ve ölçüsüzlerin ölçüsüzlüklerin test etmeleri için bir vesile olmaya devam ediyor. Tabii CHP Genel Başkanı Deniz Baykal birinciliği kimseye bırakmayacaktı. Açılıma “hiçbir şey yokmuş gibi” devam edilmesini “hıyanet” olarak tanımladı.
Tersine, ortada bir hıyanet varsa, devam etmekte değil vazgeçmektedir.
Evet, bu fırsat penceresini kapatmak için yarışa girmiş olanlar var. Ama vazgeçmek kavganın eskisinden daha kanlı bir şekilde sürmesini onaylamak olduğu için direnmek lazım. Yaşamakta olduklarımızı, pusuda asker ölümlerini, Meclis’te kavgayı, kalabalıkları kurşunla kontrolü, ırk nefretini ilelebet yaşamaya evet dememeliyiz.
Kürt açılımını siyasi istismar konusu yapmaları Türkiye’deki muhalefet partilerinin ne kadar milliyetçi değil ne kadar ilkel olduklarının göstergesidir.
Bu girişimden vazgeçmenin alternatifi zafer veya huzur değildir. Türkiye’nin ileri, insanları mutlu bir ülke olmasının önündeki en büyük engele takılmak demektir.
IRA?örneğine bakalım
Meşhur olmak bir değiş tokuştur. Kişi şöhreti alır, karşılığında özel hayata sahip olma özgürlüğünü verir. Bir defa verdi mi de, bir daha
geri alamaz.
Meşhur değilseniz hayatınız size aittir, yakın çevreniz dışında kimseyi ilgilendirmez. Sokakta tanınmadan yürüyebilirsiniz. Sizinle göz teması kurmak isteyenlerden kurtulmak için geceleri bile güneş gözlüğü takmak zorunda kalmazsınız.
Beyoğlu’nda bir bardan çıkarken kendinizi tutamayıp sevgilinizi öperseniz ertesi gün bir gazetede fotoğrafınızı görmeyeceğinize emin olabilirsiniz.
Meşhur kişi ise, istese de istemese de, sona ermeyen, halka açık bir sitcom’un kahramanıdır. Hayatı didik didik edilir, her adımı izlenir. Hayatı kısmen kendinin, kısmen herkesindir.
Meşhur olmanın bedelidir bu ve başında keyif verse de zamanla ağır
bir yük haline gelir.
Türkiye’de gazetelerde köşe yazarı egemenliği var. Bize has bir olgudur bu. Bütün ülkelerde bütün gazetelerde köşe yazarı var. Ama hiçbir ülkenin hiçbir gazetesinde bizdeki kadar çok köşe yazarı yoktur. Ama sorun köşe yazarlarının sayısında değil başka bir yerdedir.
Ortalama bir gazetede köşe yazarlarının aldığı toplam maaş muhabirlerin aldığı toplam maaşın en az üç dört misli fazladır.
Ortalama bir gazetede muhabir sayısı köşe yazarı sayısının en az üç dört misli olduğuna göre muhabirlerin ne kadar az para aldığını tahmin edebilirsiniz.
Bir köşe yazarının bir günde kazandığı parayı bir ayda kazanan muhabirler var.
Oysa bir gazetenin ne kadar kaliteli olduğunu tayin eden, köşe yazarlarının değil, muhabirlerin kalibresidir.
Bizde gazeteler yorumda kalın, haberde incedir.
Batı’da en yüksek maaşı en ünlü muhabirler alır. Bizde ünlü muhabir diye bir yaratık yoktur. Olsa, parasızlıktan bitap düşecek veya Kızılderililiği bırakıp şef, yani köşe yazarı olacaktı.