Başbakan’ın geçen günkü Moskova ziyaretinde, hükümetin ihaleyle yaptırmak üzere yola çıktığı nükleer santralın ihalesiz olarak Ruslara yaptırılması konusu karara bağlandı.
İmzalanan “Türkiye’de Nükleer Santral Tesisi Konusunda İşbirliği Ortak Beyannamesi” uyarınca, santral “devletten devlete anlaşma” yöntemiyle yapılacak.
Bu yöntem şudur: Yapılacak bir iş var. Yabancı bir devletin ihracat garanti kurumu gerekli finansmanın büyük bir bölümünü veya tamamını sağlar. Karşılığında Türkiye işi ihalesiz olarak o ülkeye verir.
“Şu anda (bunun) altyapı çalışmasını arkadaşlarımız yürütüyorlar” dedi Başbakan. “Tamamladıkları anda bununla ilgili adımı atacak ve bu işi süratle bitirip hayata geçireceğiz ve çok fazla bir zamanımızı alacağını zannetmiyorum. Hazırlıklar büyük ölçüde tamamlanmış durumda.”
Bir taşla birkaç kuş vuruluyor
Türkiye 2008’de nükleer santral için ihale açtı. Dünyanın ve Türkiye’nin önde gelen enerji şirketlerinin çoğu ilgili idi ama şartname piyasa kurallarına uymadığı ve finanse edilebilir olmadığı için sadece bir teklif geldi. Tek zarfı Rus devlet petrol şirketi Gazprom’un bir yan şirketi ile küçük Türk ortağı attı.
Lefkoşa
Rum lideri Hristofyas KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın Ankara ile birlikte hazırladığı bir dizi öneriyi geçen hafta reddetti. Bu ret Türk tarafında şok etkisi yarattı.
Talat ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu üzerinde uzun zaman çalıştıkları önerilerin Kıbrıs sorununun çözümünde bir dönüm noktası teşkil edeceğini umuyorlardı.
Hristofyas önerilerin en azından bir bölümünü kabul edecek, görüşmeler hızlanacaktı. Talat nisandaki cumhurbaşkanlığı seçimlerine elinde toplumlar arası görüşme başarısıyla girecekti. Ancak bu olmayacak ve belki de bu nedenle seçimleri kaybedecek.
Talat’ın cumhurbaşkanlığı seçimlerinde rakibi, daha resmen açıklanmamış olsa bile, Başbakan Derviş Eroğlu’dur.
Kamuoyu araştırmaları Eroğlu’nu önde gösteriyor. Talat kampına göre fark yüzde 4 ile 7 ve “kapatılabilir.” Eroğlu kampına göre fark yüzde 15 ve “kapatılması imkânsızdır.”
Talat, Kıbrıs politikasında AKP hükümetiyle tam uyum içinde ve hem Başbakan Erdoğan hem de Cumhurbaşkanı Gül ile arası çok iyi.
Lefkoşa
KKTC Cumhurbaşkanı Talat’ın sunup Rum lideri Hristofyas’ın reddettiği öneri paketini okuyunca anladım ki bu kafalarla Kıbrıs sorunu çözülemez.
Pardon. Bir daha anladım, demeliydim. Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini zaten biliyordum. Artık eminim. Hristofyas paketi alınca Rum Temsilciler Meclisi’nde sandalyesi bulunan siyasi partilerin temsilcilerini topladı ve önerilerini paylaştı. Ardından bunların müzakerelere zemin teşkil edemeyeceğini açıkladı. Hristofyas’ın neden böyle davrandığını anlamak ve hatta ona hak vermek zor değil. Bir defa öneriler federasyondan değil, gündemde olmayan konfederasyon yapısı öngörüyor.
Federasyon kısmen kendi kendini idare eden devletçiklerden müteşekkil egemen bir devlettir. Konfederasyon iki veya daha fazla egemen devletten müteşekkil bir devlettir. Söylemedik ama açıkça belli ettik ki kalbimizde yatan aslan konfederasyondur. İşte iki kanıt: Türk yönetimi yabancı devletlerle anlaşma imzalayabilecek. Ve KKTC toprakları üzerindeki hava sahasında egemenlik hakkına sahip olacak. Bir diğer temel nokta, yönetimde nüfusumuzla orantılı olmayan temsil taleplerimizdir.
Türkler ada nüfusunun yüzde 25’ini teşkil ederken, kabinedeki sandalyelerin
Ekonomi büyürken hesaplanmayan bir şey var. O da büyümeyi sağlamak için tüketilen, israf edilen, kirletilen, yerine konması mümkün olmayan kaynakların yok oluş maliyetidir.
Bir örnekle açıklayım:
Diyelim ki bir kömür madeni var. Bir şirket madendeki cevherin tamamını çıkarır ve satar. Ele geçen para şirketin gelir hanesine yazılır ve ülkenin gayri safi milli hasıla hesabına eklenir.
Kömür yenilenmesi, yerine konması mümkün olmayan bir varlıktır. Bu varlık ülkenin varlıklar envanterinden silinir. X değerinde bir kömür madeninin yerinde şimdi sıfır veya ona yakın değerde bir varlık vardır.
Kömür topraktan çıkarılır ve satılırken kâr, ücret şeklinde bir zenginlik ortaya çıkar. Buna karşılık kaynaklar fakirleşir. Kömürün işletilmesinin yarattığı zenginlik bir defaya mahsustur, geçicidir. Kömürün kaybı ise ebedidir.
Gerçek maliyeti bulmak için bu kaybı da hesaba katmak gerekir.
Ancak milli gelir hesap edilir ama milli gider hesap edilmez.
Gazeteler iç karartıcı yorumlar ve haberlerle dolu. İnsana yılın geçmiş olanlardan kötü ve korkunç olduğu izlenimi veriyorlar.
Ama bu doğru değil. Gazeteler her zaman iç karartıcı yorumlar ve haberlerle doludur ve bütün yıllar, bazen daha az bazen daha çok ama daima, kötü ve korkunç olaylarla doludur.
Huzurunuzu haberlere endekslerseniz ateşin üzerinde unutulmuş tencere gibi kaynarsınız, dibiniz tutuncaya kadar. Gazete hayatın milyonlarca boyutundan biridir ve çoğu zaman gerçeği değil gerçeğin puslu bir aksini gösterir.
Gazete huzur değil haber verme işindedir.
Tahrik eder, sarsar, kışkırtır, heyecanlandırır, telaşa verir, galeyana getirir, abartır ve tedirgin eder. Zen’vari bir duruluk istiyorsanız gerçekle gerçeğin görüntüsü arasına bir duvar koymanız, önemli ile önemsizi ayırt edebilme yeteneğinizi bilmeniz gerekir.
Arkadaşım İrfan Kocabıyık ikide bir bana Jorge Luis Borges’in (1899-1986) Anlar adlı şiirini yolluyor. Son mesajı “tekrar okumakta yarar var (son iki satırı s..tir et)” tavsiyesiyle geldi.
“Dinozorlaşmış olsan da, Borges’in dediğini yap” demek istiyor. Bu iyiliğine karşılık ona (ve size), aynı şiirin, bana yolladığından daha kapsamlı olduğunu sandığım bir
Bir şeyler değişiyor. Türkiye kabuğunu kırıyor, bir değişim ve reform sürecinden geçiyor. Bunun sonucu, Türkiye’nin daha demokratik olmasıdır. Asker vesayeti sona eriyor. Atatürkçülük olarak sunulan tutuculuk devri kapanacak
Hayır, değişen bir şey yok.
Varsa bile kötüye doğru değişim var. Erdoğan adım adım hedefine doğru ilerliyor. Bunun sonucu daha demokratik bir Türkiye değil, daha otokratik, daha Ortadoğulu, daha Müslüman, daha Batı’dan kopmuş bir Türkiye’dir.
Gene olmadı.
Kafam karışık.
Süleyman Demirel, Çoban Sülü, köylüydü ve köylüyü temsil ediyordu.
Tayyip Erdoğan o köylünün şehirlileştirilmiş halini temsil ediyor.
Geçen akşam Başbakan’ın Ulusa Sesleniş’ini dinlerken, kendi kendime dedim ki, “Şimdi yerinden kalkacak, önündeki kâğıtları kaldırıp masaya vuracak ve ‘Eh yetti be, biraz da başkaları ulusa hitap etsin’ diyerek hışımla çekip gidecek.”
Onu hiç böyle görmemiştim.
Yüzünde yorgun ve bezgin, takatinin son katresinde bir adam ifadesi vardı. Sesi kısılmıştı. Sanki gözlerinin feri sönmüştü. Göz kapaklarının altında torbalar oluşmuştu.
Ama yerinden kalkmadı tabii. Konuşmasını bitirdi.
Politik hayatımızdaki hiddet ve sürekli uçta olma halinin birçok nedeninden biri, siyasi liderlerin dinlenmeyi, tatil yapmayı bilmemeleri, kendilerine kaliteli zaman ayırmamalarıdır.
Siyaset domuz gribi gibi geçicidir ama Türkiye’deki siyasi liderler için değil. Onlar emekliliği olmayan bir memuriyetin, kronik bir saplantının, kör bir inadın müstahdemleridir.
Bu inat onların hayatlarını teslim alıyor, onlar da ülkenin hayatını. Erdoğan yeteri kadar dinlenmiyor ve bu onun tavrını ve performansını etkiliyor. Yetersiz dinlenme insanın düşünme yeteneğini zayıflatır, strese karşı dayanıklılığını zedeler, duygularını kontrol edebilmesini zorlaştırır ve bağışıklık sistemini bozar.
“Dün gece rüyamda öğrenci Metin’i gördüm.” Kumların üstünde T şeklinde yatıyorduk. Benim ayaklarım denize doğru uzanmıştı. Onun başı karnımın üzerinde idi.
“Ne yapıyordum?” diye sordum.
“Otobüsle okula gidiyordun. Yanına yaklaşıp elimi yanağına dayadım ve saçlarını okşadım. İrkildin. Şaşkınlıkla yüzüme baktın. Tanışıyor muyuz, diye sordun. Hayır dedim. Ben daha doğmadım. Ama bir gün beni tanıyacaksın ve çok seveceksin.”
Arabayı park edip bir saat kadar kıyıda yürümüş sonra kumların üzerine uzanmıştık. Saatimi kaybettiğimden beri saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Umurumda da değildi. Dalgalar beyaz köpüklerini kıyıya bırakıp geri çekiliyor ama köpükler kaybolmuyorlardı. İnsan yiyen bilim kurgu canavarları gibi kumların üzerinde bir süre köpürüyor, köpürmeleri bittikten sonra kumun üzerinde beyaz bir iz bırakıyorlardı. Kimyasal salyangozlar gibi.
Deniz denize benziyordu ama deniz olduğu kadar çöplüktü. İnsanlığın oturağı.
Balinalar belki denizin pisliğine ve gürültüsüne dayanamadıkları için kendilerini Avustralya kıyılarına atıp intihar ediyorlardı. Dünyanın pisliğine ve gürültüsüne dayanamayıp kendimizi denize atacağımız günlerin elçisiydiler. Ama mesajlarını anlamıyorduk