Apple dizüstü bilgisayarım pazar günü yavaşlamaya başladı.
Pazartesi yavaşlamaya devam etti.
Salı günü “Sana doyum olmaz,” deyip öbür dünyaya göç etti. Kucağımda öldü derler ya. Aynen öyle oldu.
Ölüm şu şekilde meydana geldi. Ekran siyah oldu. Üzerinde beyaz hurufatla, Einstein’ın E=mc2 formülünün açılımını andıran kelimeler ve sayılar belirdi. Feci bir şeylerin olmakta olduğunu veya olmuş olduğunu anlamak için Steve Jobs olmaya gerek yoktu. Ekranın sağ üst başından başlayıp düşen bir uçak gibi aşağıya akan kelime ve rakamlardan ilkinin “panic” (panik) olması ne olup bittiğini gayet güzel anlatıyordu.
Ekranın ortasında da bir kutu belirdi. Kutuda, beş-altı dilde, güç düğmesine basıp bilgisayarı kapat, aynı düğmeye basıp aç komutu bulunuyordu. Bilgisayarı, herhangi bir sonuç almadan, epey açıp kapadım. Sonra, kadere boyun eğdim. Felek, en sevgili sevgiliden bile fazla kucağımda vakit geçiren 13 inçlik McBook’umdan beni ayırmıştı. Beraberliğimizin daha ilk yılı bile (hıçkırma!) dolmadan.
Bir virüse mi kurban gitmişti? Bir saldırıya mı? Bir imalat hatasına mı?
Ertesi gün, yani çarşamba, cesedi çantaya koyup otopsi için Apple hastası bir arkadaşımın önerdiği Apple
Bilmiyorum dikkat ettiniz mi? Son on beş gün içinde Türkiye ile İran arasında üst düzey üç buluşma meydana geldi. Pazartesi günü, Erdoğan Bakü’de, İran Cumhurbaşkanı Ahmedinecat’la görüştü. Daha önce, art arda, İran Dışişleri Bakanı ve Cumhurbaşkanı Yardımcısı ülkemizi ziyaret etmişti.
Ne oluyor?
Geçen yılın ortalarına kadar İran’la ilişkiler iyi idi. Sonra, Batı, İran ile arasındaki kavgada Türkiye’yi bir seçim yapmaya zorladı. Türkiye Batı’yı, daha spesifik olarak ABD’yi seçti.
Türkiye bu seçimi, Tahran’ın şiddetli itirazlarına rağmen, geçen yılın eylülünde İran’ın füze ve nükleer silah programı izleyecek bir Amerikan radar üssünün doğu Anadolu’da kurulmasına izin vererek yaptı.
Her ne kadar Ankara yalanlasa da, İran dahil, herkes biliyor ki, İsrail’in Negev çölündeki bir üssün ikizi olan bu tesis topladığı bilgileri Tel Aviv ile paylaşacak.
İran ile “sıfır sorun” politikasının tabutuna çakılan ilk çivi bu idi.
Eğer o istihbarat teşkilatı adamını (veya kadınını) bana yollasaydı. Moskova-Şam seferini yapan Suriye Havayolları uçağında silah ve mühimmat var, deseydi.
Uzun uzun yüzüne bakardım. Ve ona derdim ki: “Mademki bu kadar cinsin. Neden, PKK’nın, Şırnak’a yüzlerce terörist yollayıp, haftalarca askerle neredeyse meydan muharebesine girişeceğini haber vermedin? Teröristler sınırdan geçerken neden haberim olmadı? Konu açılmışken... Bana vermediğin tek istihbarat bu değil. PKK ile ilgili hiiçç istihbarat vermedin. Ne sınırdan geçenlerden haberim oldu. Ne nereye mayın ekildiğinden. Ne pusulardan.”
Ve sorardım: “Sen ne biçim istihbarat teşkilatısın, kardeşim. Ben senin neyine güveneyim?”
Sormadılar. Uçağı indirdiler. İçinden silah mühimmat falan çıkmadı. Bizim askerin Türk Hava Yolları’na taşıttığı cinsten, sivil uçaklarda taşınması yasak olmayan, askeri malzemeler çıktı. Elektronik parçalar, falan. Aradan bir hafta geçti. Hala resmi açıklama yok. İnceliyorlarmış.
“Bunlar sandığımdan da safmış,” dedi istihbarat teşkilatı. Adamını (veya kadınını) gene yolladı.
“Ermenistan’dan Halep’e giden uçakta silah ve mühimmat var!”
“Başlarım şimdi senin silah ve mühimmatından!”
Geçenlerde yazmaya hazırlandığım bir yazı için araştırma yaparken Dylan Thomas’ın uzun zamandan beri okumadığım bir şiiri çıktı karşıma.
İçki bağımlılığı yüzünden otuz dokuz yaşında (1914 – 1953) ölen Galli şairin en ünlü iki şiirinden biri idi karşılaştığım.
"Do not go gentle into that good night - O güzel geceye tatlı tatlı teslim etme kendini.” Ya da ona benzer bir şey.
Şiiri, yaşlı, ölümün eşiğinde olan babası için yazmıştı. Ölüme direnmesini, isyan etmesini, karşı durmasını istiyordu. O güzel geceye efendi efendi teslim olmamalıydı.
Şiiri yazdıktan iki sone sonra kendi teslim olacağını nereden bilebilirdi.
Uzun zamandan beri okumadığım şiiri susuz kalmış gibi okudum. Sonra bundan da daha çok sevdiğim, belki de Dylan’ın en ünlü şiiri olan And Death Shall Have no Dominion’unu okudum. Ve Ölümün Hükmü Geçmeyecek.
... Dirseklerinde ve ayaklarında yıldızlar olacak;
Rusya ile savaş halinde değilsin. Suriye ile savaş halinde değilsin.
Rusya’nın Suriye’ye silah satması veya bağışlaması yasak değil.
Sen, hangi akla hizmet, Moskova’dan Şam’a giden, senin topraklarına konmayacak olan sivil bir Suriye uçağını zorla indiriyorsun ve olmayan yerde kriz çıkarıyorsun?
Ahh. Bir dakika. Olmadı. Akıl dedin!
İşin içinde akıl olursa orada Ahmet Davutoğlu’nun bulunması mümkün mü? O nerde bir kriz salatalığı görürse tuzluğu kapıp koşacak, tabii. Bunu artık anlamadın mı?
Belli ki uçakta silah milah yoktu. Olsaydı dün öğleye kadar çoktan açıklanırdı.
Ama, farz edelim, vardı. Uçağın kargo bölümü silme silah doluydu. O kargoyu bulmak için uçağı indirip Türkiye için çok önemli olan Rusya gibi bir ülkeyi irite etmeye değer miydi?
Türkiye Suriye’ye müdahale edemez çünkü diğer nedenler bir yana, ekonomi böyle bir macerayı kaldıramaz.
Savaş Türkiye’ye ekonomik krizlerin anasını yaşatır.
Ekonomi, kısmen hükümetin aldığı önlemler nedeniyle, zaten yavaşlama sürecine girdi. Geçtiğimiz yıllarda Çin benzeri, yüzde dokuzlarla büyüyen gayri safi milli hasıla bu yılın ilk yarısında yüzde üçe indi. Son iki çeyreğin her birinde büyüme hızının yüzde bir olması bekleniyor.
Yüzde dokuzlar civarında büyüyen ve hemen herkesin kazandığı bir ekonomiden yüzde üçler civarında, muazzam bir şekilde daraltmaya giden bir ekonomiyi yönetmeye çalışıyor hükümet.
İşletmeler, inşaat dahil, sıkışıyor. Karşılıksız çek miktarı artışta. Bankaların geri dönmeme olasılığı yüksek alacakları yükseliyor.
Ekonominin klasik zayıf noktası yetersiz döviz yaratmasıdır. Her yıl 200 milyar dolar civarında dış finansmana ihtiyacı var. Türkiye’nin en müreffeh olduğu zamanlar en çok borçlanabildiği zamanlardır. Ülke savaşa girerse dış finansman akımı kurur. Bonodan ve borsadan yabancı kaçışı başlar. Lira çöker.
Durumun olağan olmaktan çıktığının en açık örneklerinden biri son yapılan zamlardır.
Geçen hafta tezkere konusunda hükümetin açıklamasını dinlemek üzere merakla televizyonun önüne geçtim. Büyük bir düş kırıklığı!
Tartışmalar kapalı oturumda yapıldı. Meclis son yıllarda bir hükümete verilen en kapsamlı savaş yetkisini, isteği üzerine, Erdoğan’a veriyordu.
Ama o savaşlarda kanlarını akıtacak olan zorunlu asker gençler, o savaşları vergileriyle finanse edecek kişiler, yani Türk ulusu, bedellerin en büyüğünün kendinden neden talep edildiğini öğrenemedi. Pop konserinde bilet bulamayan seyirci gibi kapıda kaldı.
“Her şeyi bilmen gerekmez,” dendi halka, bir anlamda. “Anlamazsın. Karar almak bize, ölmek ve ödemek sana düşer.”
Meclis’in kapalı kapılar ardında aldığı bu karar demokrasimizin hala bebek bezi kullandığının bir kanıtıdır. Batı’da ne buna tevessül edebilecek hükümet vardır ne de tevessül etmesine izin verecek kurumlar.
Yetkililer, Suriye konusunda halkı yanlış bilgilendiriyor.
Bilinmesi gereken ilk şey Türkiye ve onunla birlikte hareket eden Suudi Arabistan ve Katar’ın yardımları olmasa Esad’ın, büyük bir olasılıkla, muhalifleri çoktan bastırmış olacağıdır.
OZANKÖY
Anayoldan, artık pek kullanılmayan eski sahil yoluna sapmamış olsaydık küçük beyaz balıkçılları göremeyecektik.
Küçük bir koyda, karaya yakın, koyu, cilalı kayaların üzerinde oturuyorlardı. Dokuz on tane vardılar. Hemen arabayı durdurdum ve motoru söndürdüm. Tedirgin, kalkar gibi olan kuşlar yerlerine döndü. Yüzlerini ufka çevirdiler ve insanların becermesi artık mümkün olmayan bir sabırla, kıpırdamadan durdular. Benim göremediğim şeyler görüyorlar, benim düşünmediğim şeyler düşünüyorlardı. Ama ne?
Bugün birbirimizi anlamıyoruz ama, belki, öldükten sonra, ruhlarımız aynı dili konuşacak ve onlarla sohbet edip kainatın bu sulak bahçesinde küçük beyaz bir balıkçıl olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenebileceğim.
İnce bacaklı, kar beyazı bu mucize yaratıkları seyretmek harika bir şeydi. Nasıl bu kadar güzel olunabiliyordu? Ve neden?
“Çok şanslıyız,” dedim yanımda oturan arkadaşıma. Ekledim: “Kuşlar insandan korkarlar ama arabadan korkmazlar. Nedense.”