İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Rusya’nın Avrupa hududunda olup da Sovyetler Birliği’nin bir parçası, yani Rus sömürgesi haline gelmeyen tek ülke Finlandiya’dır.
Finlandiya ne Sovyet oldu, ne NATO’ya girdi, ne de İskandinav ülkelerinin meydana getirdiği işbirliği topluluğunun bir parçası. Beş milyon nüfuslu bu küçük kuzey ülkesi tarafsız kaldı.
Rus komşusu için bir tehdit oluşturmamayı, onu anlamayı, onun hallerine saygı göstermeyi becerdi. Karşılığında Rusya ona dokunmadı. Bu politika sayesinde Finlandiya, Soğuk Savaş fırtınasını en iyi atlatan ülkelerden biri oldu.
Nükleer dehşet dengesinin ürkütücü yıllarının en büyük dış politika başarı öykülerinden biridir bu.
Finlandiya’nın tarafsızlığı ya da Rusya tarafından tarafsız hale getirilmesine verilen isim Finlandiyalılaşmak veya (aşağılamak istiyorsanız) Finlandiyalılaştırılmak’tır.
Finlandiya’nın bugün dünyanın en zengin ve uygar ülkelerinden biri olmasının arkasındaki önemli nedenlerden biri bu dış politikadır.
Çocuklarınız ne kadar stres altında? Okulda başarılı olmaları için onlara ne kadar baskı uyguluyorsunuz? Stres emareleri gösteriyorlar mı?
Bu konuda ülkemizde yapılmış herhangi bir araştırma var mı bilmiyorum. Sanmam.
Ama, 2003 yılında, merkezi Kaliforniya’nın Palo Alto kentinde bulunan Çocuk Sağlığı İçin Lucile Packard Vakfı’nın yaptığı bir araştırmada, bazı ipuçları bulabiliriz.
Vakıf, yaşları 9 ila 13 arasında değişen çocukların anne babalarına şu soruyu sordu:
Çocuklarınızın gereğinden fazla stres altında olduğuna dair endişeli misiniz?
Ebeveynlerin yüzde kırka yakını “evet” cevabını verdi.
ABD gibi, çocukların bize nazaran serbest olduğu bir ülkede ve Palo Alto gibi nispeten liberal ve zengin bir şehirde oran bu kadar yüksek ise bizde çok daha büyük olmalı.
Daha birkaç ay önce “PKK ve Öcalan’la görüşmem, BDP ile görüşürüm,” diyordu. Erdoğan geçen hafta şarkısını değiştirdi, “Gerekirse Öcalan’la da PKK ile de görüşürüm ama BDP ile görüşmem” dedi.
Birkaç gün sonra, kongrede, PKK’yı “canavarlaşmış müsveddeler,” olarak tarif etti. Neyin müsveddesi olduğunu açıklamadan.
Bu arada, AKP üst yönetiminde de Kürt konusunda kim ağzını açsa değişik bir şey söylüyor.
Bütün bunların anlamı şudur: Erdoğan, öyle görünmeye çalışsa da Kürt sorununu diyalogla çözmeye hazır değil.
Bunun da birkaç nedeni var. Kültürümüzde uzlaşma yok. Erdoğan hepimiz gibi, uzlaşma kültüründen nasibini almamış biridir. Mağrur bir kişi olduğu ve artan PKK terörünü kişisel bir hakaret kabul ettiği için masaya oturmak ona zor geliyor. O, dünyaya kafa tutuyor, PKK, bir avuç ‘canavarlaşmış müsvedde’, ona kafa tutuyor. Olacak iş mi?!
Erdoğan’ın planı 2014’te cumhurbaşkanı seçilmektir. Ondan önce anayasayı değiştirip başkanlık sistemini getirmek istiyor. Ama bu olmayacak çünkü AKP Meclis’te yeterli sandalyeye sahip değil. Erdoğan anayasadan alması mümkün olmayan gücü halktan almak istiyor. Bunun için cumhurbaşkanlığı seçiminde mümkün olduğu kadar çok oy alması
* Tanrının, ümidi yarattığı gün ile ilkbaharı yarattığı gün muhtemelen aynıdır.
Bern Williams
* Bahçe bahçıvanın ektiğinden fazla şeyler verir.
İspanyol atasözü
* Bahçeme buyurmaz mısınız? Güllerim sizi görsün istiyorum.
Bir çocuğun okula kaç yaşında başladığının önemi var mı?
Dünyadaki uygulama, zorunlu okula başlama yaşları arasında büyük farklar olduğunu gösteriyor. (*)
Dünya genelinde ve Avrupa ülkelerinin çoğunda çocuklar ilkokula altı yaşında başlıyor.
En düşük başlama yılı, çocukların ilkokula dört yaşında alındığı İrlanda’dadır.
İngiltere’de yasal eğitime başlama yılı beştir ama çocukların dört yaşında ilkokula girmesinin önünde bir engel yoktur.
Hollanda ve Avustralya’da da çocuklar ilkokula beş yaşında başlıyor. Avusturya, Belçika, Çek Cumhuriyeti, Fransa ve İspanya’da altı yaşında. Çin ve İsveç’te yedi yaşında.
Dünkü yazımda sevgili TC’mizin bulanık düşünme ve kem küm etmenin ana vatanı olduğunu yazmıştım. Kürt sorunu, Oslo falan bağlamında.
Öyle değildir diyenlere aşağıdaki kanıtı sunmak istiyorum:
Erdoğan birkaç ay önce yeni bir Kürt politikası açıkladı. Buna göre hükümet Abdullah Öcalan ve PKK’yı devre dışı bırakacak, sadece ve sadece Kürtleri Meclis’te temsil eden BDP ile konuşacaktı.
Beş altı gün önce Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay şöyle dedi:
“Biz Türkiye’nin birliğini, bütünlüğünü, kardeşliğini ve o bütünlük içinde huzurla büyük Türkiye olarak yoluna devam etmesi için gerektiğinde yine (Oslo’da) o tür görüşmeler de yaparız, çalışmalar da yaparız.”
Birkaç gün önce Adalet Bakanı Sadullah Ergin de şöyle söyledi:
“Oslo tartışmaları benim içimi kanatıyor. Bu sorunu... siyaset ve demagoji yapmadan, doğru zeminde konuşmamız gerekiyor. Bir devlet, karşı karşıya olduğu bir sorunu çözmek için elindeki enstrümanların hepsini kullanır. Abdullah Öcalan’ın da bu sürece girmesi konusunda ayrım yapmıyorum. Bu sorunu çözecek tüm enstrümanlar vardır. Değişen şartlar ve ortama göre, istihbarat birimi, siyaset kurumu, güvenlik bürokrasimiz oturup karar verirler. Bunu yapmamaları bir
Ludwig Wittgenstein’ın en önemli sözlerinden biri şudur: “Düşünülebilen her şey açık düşünülebilir. Söylenebilen her şey açık söylenebilir.”
Alman filozof eğer İngiltere’de yerleşeceğine Türkiye’yi seçmiş olsaydı sanırım bu lafı edemeyecekti.
Çünkü burası bulanık düşünmenin ve kem küm etmenin anavatanıdır. En az becerebildiğimiz şeylerden biri açık düşünmek ve bu düşünceleri açık bir biçimde ifade edebilmektir.
PKK konusunda açık düşünememek ve açık konuşamamak bugün içinde yüzdüğümüz (ve yarın daha da büyümesi kaçınılmaz) kan gölünün en önemli nedenidir.
Bu nedenle, biraz açık düşünme eksersizi yapalım.
PKK sorununu iki şekilde sona erdirmek mümkündür: Savaşarak. Konuşarak.
Otuz küsur yıllık tecrübe gösterdi ki PKK terörü savaşarak bertaraf edilemez. Sosyal, ekonomik, vesaire önlemler alarak da ortadan kaldırılamaz.
Ozanköy
Gün batımına doğru denize girdim, her zaman yüzdüğüm yere kadar açıldım.
Ayaklarımı çırparak olduğum yerde dönerken ve halime şükrederken, bir kuş, birkaç metre ileride, suyun üzerine indi ve kalktı. Serçeden küçük, karnının altında sarı, mat çizgileri olan bir kuştu. Balık mı avlıyordu?
Buralarda bazen gördüğüm, çılgın mavili yalıçapkınlarından değildi. Balık avlayamayacak kadar küçüktü, sanki. Gene suyun üzerine indi, kalkmaya çalıştı, birkaç santim yükseldikten sonra oturdu ve az durduktan sonra çırpınmaya başladı. Kanatları ıslanmış ve kalkamıyor olabilirdi. Belki uçuş acemisi bir yavruydu. Boğulabilirdi.
Elimdeki kuşu gördüler
Yüzüp avucumu suya daldırdım ve kaldırıp onu avucuma aldım. Suya atladı. İkinci denemede başardım. Parmaklarımın ucunda durdu. Sağ ayağını baş parmağımla işaret parmağım arasında hafifçe sıkıştırdım. Ama, sanki, onu kurtarmaya çalıştığımı anlamış gibi, çırpınmayı bıraktı. Hareket etmeden, hafif ve sıcak, ellerini arkasına kavuşturmuş kaşif bir kaptan gibi, yüzü karaya dönük, avucumun içinde durdu. Kayalıklara doğru yüzdüm. Oradan genç bir çift suya iniyordu. Suyun üzerindeki elimde kuş olduğunu gördüler.