OZANKÖY
Anayoldan, artık pek kullanılmayan eski sahil yoluna sapmamış olsaydık küçük beyaz balıkçılları göremeyecektik.
Küçük bir koyda, karaya yakın, koyu, cilalı kayaların üzerinde oturuyorlardı. Dokuz on tane vardılar. Hemen arabayı durdurdum ve motoru söndürdüm. Tedirgin, kalkar gibi olan kuşlar yerlerine döndü. Yüzlerini ufka çevirdiler ve insanların becermesi artık mümkün olmayan bir sabırla, kıpırdamadan durdular. Benim göremediğim şeyler görüyorlar, benim düşünmediğim şeyler düşünüyorlardı. Ama ne?
Bugün birbirimizi anlamıyoruz ama, belki, öldükten sonra, ruhlarımız aynı dili konuşacak ve onlarla sohbet edip kainatın bu sulak bahçesinde küçük beyaz bir balıkçıl olmanın nasıl bir şey olduğunu öğrenebileceğim.
İnce bacaklı, kar beyazı bu mucize yaratıkları seyretmek harika bir şeydi. Nasıl bu kadar güzel olunabiliyordu? Ve neden?
“Çok şanslıyız,” dedim yanımda oturan arkadaşıma. Ekledim: “Kuşlar insandan korkarlar ama arabadan korkmazlar. Nedense.”
Onun, İstanbul’daki evinin mutfağında, bir muhabbet kuşu var. “Başımı, burnumu neredeyse tellere değecek kadar yaklaştırıyorum, kaçmıyor,” dedi. “Ellerimi uzattım mı kafesin en arkasına kaçıp panik sesleri çıkartıyor.”
Bir süre balıkçılları izleyip kuşların esrarengizliğini düşündük. Sonra motoru çalıştırdım, kalkıp uzaklaştılar, yola devam ettik.
Onları görmek otomobildeki keyfi yükseltti, gölgeleri kaldırdı, en son kaybolan şeyin ümit olduğunu hatırlattı.
Yanımdaki kadın çok eski bir arkadaşımdı. Kocasını birkaç yıl önce El Kaide’nin yaptığı bir suikastta kaybetti. Yaşgünü armağanı olarak onu Karpaz’da küçük bir motele götürüyordum.
Bulutlu bir gündü. Uzaklardan gök gürültüsü geliyordu. Bir yerlere son baharın ilk yağmuru düşüyor olmalıydı. Bir ara çiseledi ama arabanın camlarını kirletmekten başka bir iş başaramadı. Yaz gitmeye çalışıyor gidemiyor, sonbahar gelmeye çalışıyor gelemiyordu.
Az sonra sahilde kum zambaklarının çiçek açmış olduğunu fark ettim.
“Görüyor musun,” dedim, orasını işaret ederek.
“Evet,” dedi. “Her taraf çöp dolu. İğrenç.”
“Çöpleri değil. Çiçekleri görüyor musun?”
Bir süre baktı. “Evet, şimdi gördüm. Ama neden bu kadar çok çöp var?”
“Burada oturan Türkler kuzey Ak Deniz’in en pis insanlarıdır. Burası Kuzey Kıbrıs Çöp Cumhuriyeti’dir. Lütfen, neden diye sorma. Günümü berbat etme.”
Çok geçmeden azalmış, yorulmuş, yıldırılmış ama hala güzelliğini kaybetmemiş yerlere geldik. Sonra Balalan’ın yanından burunun güney kısmına geçtik ve kıyıdaki motele vardık.
Arkadaşım odasına çekildi. Mayomu giyip denize girdim. Gene çiseliyordu. Yüzerken, denizin üstünde, bulutların önünde, bir gökkuşağı belirdi. Gireni, çıkanı olmayan bir kapı. Az sonra ona paralel bir gökkuşağı daha çıktı. İlk defa ikiz gökkuşağı gördüm.
Deniz, tepeler, gökyüzü, bulutlar, gökkuşağı, esintideki hoş koku... Dünya nasıl bu kadar güzel olabiliyordu? Bu güzellik nasıl bu kadar az fark edilebiliyordu? Nasıl bu kadar büyük bir umursamazlıkla tahrip ediliyordu?
***
Hafif olması gereken yüreğim ağır çünkü kat ettiğim yol anılarla dolu. Denizden su ile birlikte onun da sesi geldi. Kumlardan çiçeklerle beraber o da çıktı. Yolun sağında uzayan dağ birlikte yürüdüğümüz ve bir gün yürümeyi düşündüğümüz patikalarla dolu. Yağmurlar düştüğünde Kantara kalesine giden yolda açacak olan siklamenler birçok defa bizi beraber gördü. Susuz bir derenin ikiye böldüğü, ekin dolu vadiye bakan tepedeki laleler her ilkbaharda geleceğimizi bilir.
Hafif olması gereken yüreğim ağır.