Türkiye’ye şu ana kadar 3 milyon doz Çin aşısı Coronavac geldi. Nisan ayına kadar rakamın 50 milyon doza ulaşacağı söyleniyor. Alman aşısı BioNTech’in de bu ay 550 bin dozluk sevkiyat yapacağı, nisana kadar 4.5 milyon doz göndereceği belirtiliyor.
Bu aşılar bu tarihe kadar elimize geçer mi? Geçse bile toplam 55 milyon doz aşı eder ki bu kadar aşı da 27 milyon kişiye yeter. Oysa toplumda en az 50 milyon insanın aşılanması gerekiyor. Bize o yüzden 100 milyon doz aşı lazım. Bu miktar ne zaman temin edilir, bilinmiyor.
Biz aşı tedarikinde neden geç kaldık? Üstelik de aşının mucidi ana vatanlarına yakınlık gösteren iki Türk asıllı bilim insanı iken.
Bazıları maddi imkânlardan söz ediyor. İmkânımız mı yok?
BioNTech aşısının dozu 11 dolardır. 100 milyonluk bağlantı yapsanız 1.1 milyar dolar eder. Türk parasıyla 8 milyar lira. Bu kadar paramız mı yok? Çanakkale Köprüsü’ne 20 milyar lira ayırıp, Kanal İstanbul’a 200 milyar lira yatırmaktan söz ederken, 80 milyonu kurtaracak aşıya 8 milyar lira bulamamak söz konusu olabilir mi? Kaldı ki gerekli onayı almış
Sabahın alacakaranlığı... Yağmur yağıyor, hava soğuk. Cam bile açılmıyor rüzgârdan. Karşımızdaki Kısmet Çiçekçisi’nin çalışkan kızı Yıldız Hanım gelmiş, saksıları tek tek dışarı çıkarıyor. Kebapçılar henüz açmadı. Yıldız Hanım sıkı sıkı giyinmiş, bir içeri bir dışarı, taşıyıp duruyor çiçek kasalarını. Uzaktan bakınca çiçekçilik rengârenk, şiir gibi bir iş sanılır. İçine girince manzara değişir. Çiçek koklarken güzeldir, bakarken güzeldir. Kadına hediye ederken güzeldir de... Oraya gelene kadar insanı canından bezdirir, adeta öldürür.
Sene 1973... TRT’den kapı dışarı edilmiş, Ankara’dan ve sansürlü gazetecilikten sıkılmış, Karslruhe yakınlarını mekân tutmuş olan dostum şair Özkan’la mektuplaşmış, “Gel buraya, sana da iş buluruz” mesajını alınca, ver elini Alamanya demişiz. Birkaç gün avarelikten sonra her nasılsa bir kaçak işçilik buluyor, bu defa ver elini Speyer kenti diyoruz. Bir çiçek serasında işçilik. Aman
Son altı ayın enflasyon rakamlarının açıklanmasıyla birlikte memurlarla emeklilerin maaşlarına yapılacak artışlar belli oldu. Yine kimse memnun değil! Nedenleri mi?
Bir: TÜİK’in enflasyon rakamlarının gerçek enflasyonun altında olduğunu yaşayarak görüyorlar. Dolayısıyla, geçmişte olduğu gibi şimdi de reel anlamda gelir kaybına uğrayacaklarını baştan biliyorlar.
İki: Bizdeki sistemde önce enflasyon yaşanıyor ardından maaş ve ücret artışlarıyla telafisine gidiliyor. Yani, önce cepten paranız alınıyor sonra o para yerine konuyor. Daha doğrusu konduğu söyleniyor. Bu mağduriyet böyle devam edip gidiyor. Siz zamları hep geriden takip ediyorsunuz.
Üç: Sistem hep cebinizden çıkan parayı daha sonra yerine koymak şeklinde olduğu… Fazladan bir para konması söz konusu olmadığı için sıçan kuyruğu gibi hiç uzamıyorsunuz. Ülkenizin sürekli kalkındığı, refahın yükseldiği söylenirken, size enflasyonun üzerinde bir refah payı verilmediği için yaşam standardınız hiç yükselmiyor, hep yerinde sayıyor. Tabii bu TÜİK rakamlarının
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu iki hafta önce gazetelerin Ankara temsilcileriyle yaptığı toplantıda gelecekle ilgili çok önemli bir noktaya değiniyor, diyor ki:
“Yeni cumhurbaşkanı sembolik biri olacak. Görevi aldıktan 1 veya 1.5 yıl sonra güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönülecek. O da bunu bilerek cumhurbaşkanı olacak.”
Bu sözler üzerine akla gelen soruları sıralayalım:
- İddialı bir siyasetçi ‘sembolik aday’, bir başka deyimle ‘emanetçi aday’ olmayı kabul eder mi?
- Güçlü siyasi tezleri, programı, projeleri olmayan sembolik adayın Tayyip Erdoğan’ın karşısında kazanma şansı olabilir mi?
- Karşı tarafın onlarca vaadi ve projesine karşı “Ben sizi parlamenter sisteme döndüreceğim” vaadi tek başına etkili olabilir mi?
- Zayıf sembolik aday cumhurbaşkanı seçildi diyelim, 1.5 yıl boyunca ağır sorunların altından nasıl kalkacak?
- Millet ittifakı Meclis’te Anayasa’yı değiştirecek üçte iki çoğunluğu sağlayabilecek mi?
Dün sabaha karşı pencereden boş caddelere bakarken... Aklıma saat 03.00 sularında Dagens Nyheter gazetesinin Lund bürosu önünde gazete kamyonunu beklediğim günler geldi. Sene 1965. Okulu bırakmış, sinemacı olma hayalleriyle İsveç’e gelmiş, annemden sızdırdığım üç beş kuruşu yollarda tüketmişim. Artık işçiyim.
Kamyon birazdan gelecek, içinde her biri 50-60 sayfalık 200 adet Dagens Nyheter gazetesi bulunan küçük balyayı karların üzerine fırlatıp gidecek, bir kenarda bekleyen ben balyayı açacak, bisikletin arkasına yükleyecek, kentin dış mahallelerinde gazete bekleyen evlere doğru pedal çevireceğim. Dizi dizi cadde lambalarının altında pırıl pırıl kar tarlaları. Buz tutmuş otobandan gelip geçen tek tük araçlar. Onların yanından ağır ağır geçilecek, bizim mahalleye varılacak. Ara sıra bisikletten kayıp düşen gazeteler toplanıp yeniden yüklenecek. 200 gazete saat 06.00’ya kadar, katlar koşa koşa çıkıp inilerek dağıtılıp bitirilecek.
Eğer dağıtım saat 06.00’ya kadar bitmez de gazete beş dakika falan gecikirse, sabah
Koronalı birinci yılımızı dolduruyoruz. Bizi o kadar sevdi ki yeni yıla da bizimle giriyor. Önümüzdeki yıl yakamızı bırakır mı? Hiç öyle görünmüyor.
Can Kıraç dostumuz Cemal Süreya’nın dizelerini göndermiş. Günün mana ve ehemmiyetine uygun olarak aktaralım:
“Nasıl bir his biliyor musun,
Oda çok geniş ama sığamıyorsun
Bak kapı orada ama
çıkamıyorsun
Pencere açık ama
nefes alamıyorsun”
Çin’den ve Almanya’dan aşılar gelmeye başlıyor. Acaba aşılama hangi hızla ilerleyecek?
Almanya aşı kampanyası için 2 milyar 700 milyon euro ayırdı.
Spor salonları, stadyumlar, konser salonları derken, 4000 merkez bu işe ayrıldı. Almanlar günde 150 bin kişiyi aşılamayı hedefliyor.
Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, Türkiye’de ise günde 2 milyon kişinin aşılanacağını söylüyor.
Almanlar nisan sonuna kadar 5.5 milyon kişinin aşılanmasını planlıyor. Fahrettin Koca ise beş kat daha iddialı:
- Biz ise nisan sonuna kadar 50 milyon dozu kesinlikle dağıtıp, aşıyı (25 milyon kişiye) yapmış olacağız, diyor.
Gazeteci soruyor:
- Aşılamayı o kadar hızlı yapabilir miyiz?
Şeb-i Arus törenlerinde semaya kadınlar da katılır mı, katılmaz mı?
Kuran Arapça okunur mu okunmaz mı?
İBB’nin düzenlediği Şeb-i Arus töreni üzerinde yoğun tartışma var.
Derken bir başka tartışma...
İlahiyatçı Doçent Ebubekir Sifil, yazar Yılmaz Özdil ve televizyoncu Cüneyt Akman’ın cenazelerinin camiye sokulmaması gerekir, demiş.
Ayasofya’nın “baş imam”ı Prof. Mehmet Boynukalın, “Ebubekir Sifil hoca doğru söylemiş” diyerek onu desteklemiş.
Dün Kadıköy çarşısına indim. Sokaklar bomba atılmış gibi, ıssız ve sessizdi. Balıkçılar, kuruyemişçiler ve mezeciler açık. Birkaç lokanta “al götür” servisi veriyor. Tanıdığım bir lokanta sahibine sordum:
- Garsonlar, komiler, aşçılar falan ne yapıyor? Onlara destek oluyor musunuz?