Vedat Milor damak zevkinin gelişmesiyle artık eskiden beğendiği sıradan ucuz ve basit tatların kendisine keyif vermediğini yazdı. Örnek olarak “Ucuz çikolata yerdim, artık zevk almıyorum” diye yazmış.
Açıkçası, herkes “Ne kadar elitsin, şusun busun...” tarafından girmiş konuya. Kimisi de “Sen zaten eleştirmen değilsin” gibi alakasız yerlerden vurmaya çalışmış. Twitter’da bir laf et ki linç etsinler. Hele ki siyaset dışında bir konuda iki laf ettiysen katmerli linç garanti. “Başka derdin mi yok?” lobisi başlıyor bunaltmaya.
Milor’un söylediği şey çok açık, damak zevki gelişince beğeni kriterlerin, beklentin de değişiyor. Bunu eşelemeye gerek yok zaten anlatıyor yazısında. Benim buradan yola çıkarak fark ettiğim, basit şeylerden alınan zevkin benim hayatımda önemli bir rol oynadığı oldu. Bir bakıma bakkaldan alınan gofretin artık zevk vermemesi bana üzücü geldi her şeyden önce.
Fırından çıkmış taze ekmek seviyorum. Ramazan pidesi seviyorum. Ucuz poğaça, açma seviyorum. Geçenlerde Doğu Londra’da bir pastanenin vitrininde peynirli poğaça gördüm. Derhal satın aldım. Bu poğaçanın içindeki peynir miktarıyla bizde bir tepsi börek açılır. Ama içinde düdük kadar peynir olan halis muhlis sokak poğaçasının keyfini vermedi bana. Boğaza yapışsa da (çay işte o yüzden lazım yanında), hamuru hınk diye mideye otursa da onun yeri ayrı. Zevksizim ya da anlamıyorum ama mutlu oluyorum (Milor da aynı şeyi ifade etmiş zaten).
Bunların hepsi basit, ucuz ve kalitesiz şeyler ama hepsi güzeller. Çünkü bana eskiden yaptığım şeyleri, bulunduğum mekânları, o mekânları paylaştığım insanları hatırlatıyorlar. Bu mekânların ve insanların bir kısmı artık yoklar. Ama basit bir taze ekmek, pide kokusuyla, ucuz bir poğaça, kim bilir hangi yağ kullanılarak yapılmış vıcık vıcık bir açmayla onları geri getirebiliyorum. Belki başka bir ortamda büyüseydim istiridye kokusuyla duygusallaşacaktım ama kozmik sistem bana açmayı layık görmüş.
Dünyanın en iyi lahmacununu verseler, 80’lerin ilk yarısında Eminönü-Sirkeci sahilinde yanlarından maydanoz sallanan tahta kapaklı kutularda satılan pörsümüş lahmacun kadar lezzetli gelmez bana.
Üzerine basılmaktan kâğıt gibi incecik kalmış ucuz yağ kokan eser miktarda kaşarlı vapur tostu ve yanına demsiz vapur çayından daha “İstanbul” bir şey var mı?
Tavuk dönere hayatım boyunca girmedim. Ama ev yapımı, ne idiği belirsiz, kafa derisini terleten acılıktaki hardalın iki kaşınızın arasında yumruk gibi hissedildiği, yumuşamış salatalık turşusu dilimiyle servis edilen o en ucuz sosisli için de çok hislenebilirim.
Lisedeyken çıkışta hep uğradığım Tophane Boğazkesen’deki Hüseyin Abi’nin büfesinde yediğim yarıma kavurma kaşar ya da çeyreğe ciğer-Amerikan beni o döneme ışınlar. Bundan daha büyük iştahla yediğim başka bir şey olabilir mi diye düşünürüm hep.
Belki Kristal hamburgeri.
Çocukken pazara gidildiğinde kapaklı kutularda satılan “no name” gofret bisküviler için büyüklere yalvar yakar olurduk. İçinde kim bilir ne vardı ama ben onları çok severdim. Şimdi hâlâ Güney’deki köy pazarlarında rast geliyorum. Yediğim an dünyalar benim oluyor.
Çok daha gelişkin bir damak zevkim olsa ve artık basit ve sağlıksız şeylerden, ne bileyim, mesela Ülker Gofret, Eti Puf, çubuk krakerden artık keyif alamasam, bu lezzetlerin bana ifade ettiği, işaret ettiği duygular bir şekilde değişse cidden çok üzülürdüm.
Bunların hepsi ucuz, sıradan, “street food” ya da “abur cubur” kategorisinde dahi bayağı kötü şeyler. Kalitesizler. Ama ben onları seviyorum. Bir gün bunları yemekten zevk alamayacağım bir durumda olmak istemem doğrusu.
Vedat Milor yazısında konuyu müziğe de getirmiş ve müzikte kulağını eğitmeyi damağını eğitmeye benzetmiş. Yani eğitimli bir kulağın basit, sıradan müziklerden keyif alamayabileceği fikri savunuluyor. Bu konuda da söyleyeceklerim var. Belki bir sonraki yazıda...